YAZILAR
Ortak
ORTAK
Memet kapıyı vurmadan sınıfa girince Hatice öğretmenimiz kızarak,
-Sizin evin kapısı yok mu? Girmeden önce kapıyı neden çalmıyorsun? diye sormuş, Memet de,
-Hayır öğretmenim, evimizin kapısı yoktur, demişti sakince.
Tut Merkez İlkokulu beşinci sınıftaydık. Artık yaza yaklaşılıyordu ve kasabalının çoğu bostan evlerine (yazlık bağevi) taşınmışlardı. Memetlerinki gibi bostan evlerinin çoğunun kapısı yoktu. Varsa da kilidi yoktu.
Hemen hemen hiç hırsızlık olmazdı ki!
Herkes fakirdi. Kasabanın zengini-egemeni yoktu. Ezen-ezilen sınıflar yoktu. Ve fakirlik paylaşılırdı.
Toplumda hoşgörü ve barış egemendi. Din ile ilişkisi de hoşgörü üzerine kuruluydu. Kimse kimsenin namazına-orucuna-ibadetine karışmazdı.
Pek ender dövüş-kavga olurdu ve doğrusunu söylemek gerekirse Tut’a şiddet dışarıdan –politika yoluyla- geldi. Seçim zamanları kamplaşmalar olur, ortam gerilirdi. Ülkedeki iktidar kavgası Tut’a da göreceli olarak güçlü aileler arasındaki iktidar mücadelesi olarak yansır, barışçı ortam zehirlenirdi. Ama bu gerginlik geçici olurdu.
Üstelik Tut’taki bu barışçı ortam “yiğitlik-şiddet” kültürünün çok egemen olduğu bir bölgede ve zamanda sürdürülüyordu.
***
Yıllar önce, kendimi, geçmişimi, köklerimi, beni ben eden etkenlerin kaynaklarını anlamaya çalışırken, on dört yaşıma kadar devamlı içinde yaşadığım çocukluk yıllarımın içinde geçtiği Tut’un ekonomik-sosyal–kültürel dokusunun, insan ilişkilerinin çok büyük rol oynadığını anladım. Öyle ya, Tut, mayamın yoğrulduğu yerdi. Anamdan-babamdan kalıtım ve eğitim yoluyla aldığım değerler ve karakterler yanında, Tut’un ve Tutlunun yaşam biçimi benim kişiliğimi biçimlendirmişti.
Tut’un ve Tutlunun benim “ben”ime etkisini düşünürken, Tut’un özgün, kendine has sosyal yapısının da neden böyle olduğunu anlamaya çalıştım.
Neden Tut’ta kavga-şiddet-cinayet olmazdı?
Neden hırsızlık olmazdı?
Neden dini inanç hoşgörüye dayanıyordu?
Neden herkes fakirdi?
Neden hiç zengini-egemeni yoktu?
Neden erkekler birbirine en çok “ortak” diye hitap ederlerdi?
Bütün bunların birbirleriyle bağlantısı var mıydı?..
***
Tutlular (erkekleri) birbirlerine en çok “ortak” diye hitap ederler. Bu yüzden çevre köy ve şehirliler de, çalıştıkları-okudukları yerlerdeki arkadaşları da biz Tutlulara “ortak” derler.
Egemenin olmayışı, yani yoksullukta da olsa eşitlik ve kapıların açık oluşu, yani güven ve paylaşımcılık, barış içinde yaşanıyor olması ile “ortak” hitabının yaygın olarak kullanılmasının birbirleriyle bağlantısının olduğunu düşünüyorum.
Tıpkı, kasabanın egemeni olmamasıyla dini inancın hoşgörüye dayanması arasında bağlantının olması gibi. Öyle ya, inançlardaki hoşgörüsüzlük, egemenlerin mülklerini ve iktidarını koruyup güçlendirmek için dini kullanmalarından ileri gelmiyor mu?
***
Yunan asıllı İsveçli yazar Theodor Kallifatides bir yazısında “eskiden yoksulluk paylaşılırdı, şimdi yoksullar birbirlerini boğazlıyorlar” diyordu. Kendi çocukluğunda Yunanistan’da yaşadığı yoksullukla, şimdiki Amerika’daki Harlem ve dünyanın her yerindeki yoksul varoşların yoksulluğunu ve yoksullarını karşılaştırıyordu.
Yani, yokluğu-yoksulluğu paylaşmak sadece Tutluya mahsus bir şey değil ama Tutlu da bunu adamakıllı yaşamış.
Şöyle de denilebilir galiba: Zor hayat koşulları –bu arada yoksulluk- insanı haydut da yapar derviş de!
Tutlular haydutluğu seçmemişler belli ki.
***
Eskiden zengini ve egemeni olmayan ve bu yüzden de paylaşımcı ve barış içinde yaşayan Tutlular, her tarafı kasıp kavuran, insanları eğip büken, her yere ve sürekli olarak nüfuz eden paranın egemenliğine karşı güzelliklerini koruyabilecekler mi? Tutlunun hâlâ sürdürdüğü paylaşımcı-barışçı gelenek ve okutarak-okuyarak yarattığı aydınlık insancıl bilinç, paranın çirkinleştirme saldırılarına karşı güzellik bariyerleri olabilecek mi?
Tut Kültür ve Sanat Festivallerini, Tut Gelişim Derneği’ni, öteki bazı kamusal-kişisel girişimleri, o eski paylaşımcı-barışçı kültürümüzün şimdiki zamanda da devam etmesine katkı yapan çabalar olarak görebiliriz.
İlçe olduktan sonra Tut’ta açılan Adliye’nin, hemen hiçbir adli vaka olmadığı için birkaç sene sonra “işsizlikten” kapanarak Gölbaşı’na taşınması da, barışçı kültürümüzün devam ettiğini gösteren açık bir örnektir.
Umarım ve isterim ki, paranın yozlaştırma ve çirkinleştirme saldırılarına karşı Tutlu daha kalıcı, daha güçlü bariyerler oluşturarak barışçı-paylaşımcı-insancıl geleneğimizi koruyup geliştirir.
Ancak bu değerlerimizi koruduğumuz zaman birbirimize “ortak” demeyi, Tut dışındaki dostlarımızın bize “ortak” demesini hak ederiz.’’
Göteborg 30 Haziran 2020
Çocukluğumdaki Ramazanlar
ÇOCUKLUĞUMUN BAYRAMLARI
Tut’ta 1960’lı-70’li ve daha önceki yıllarda çocuk olanlar, Şeker ve Kurban bayramlarının nasıl yaşandığını, içine huzur dolarak ve gülümseme ile hatırlar. “O yoksullukta ne güzel günlerdi” diye iç çekilir.
Bayram hazırlıklarının bir bölümü kadınlar tarafından evlerde, bir bölümü de erkekler tarafından Yukarı Çarşı’da yapılırdı, yaşanırdı.
İki-üç odalı toprak evler pırıl pırıl, tertemiz yapılırdı. En temiz ve en güzel kilimler, minderler serilir; pencere ve yükyeri perdelerinin en yenileri takılır, kanaviçeli nakışlı örtülerle sandıkların yastıkların üzeri süslenirdi. Gece geç saatlere kadar mis gibi bayram yemekleri yenirdi: İçli köfte, sarma-dolma, evde dökülmüş şehriye ile yapılan pirinç ya da bulgur pilavı, yanında patates ya da nohut/fasulye yahnisi, eşgili lülük (basalla), yanına da kadayıf…
Evlerde bu hazırlıklar olurken Yukarı Çarşı’da günler önce başlayan hummalı hazırlıklar sürerdi. Terzilerde bayramcalıkların dikilmesi; ağzına kadar dolu daracık berber dükkânlarında bayram tıraşlarının oluşu; Kasaptan birçoğunun bayramdan bayrama yapabildiği et ya da kelle alışverişi, bakkallardan alınan şekerler, lokumlar, içi cevizli sadrazam sucukları… ve hâlâ her dökündüğümde o günleri bana hatırlatan tütün ya da limon kolonyaları…
Arefe-Şerefe gecesi sıra sıra dükkânların dizildiği elektriksiz, löküs ve fenerlerin aydınlattığı daracık çarşıda tapa dabancası ile çat-patı patlatan çocukların cıvıltısıyla kahvelerden, terzi berber dükkânlarından gelen sohbet seslerinin uğultusu birbirine karışırdı.
Bayram günü sabah namazıyla başlayan, capcanlı neşe dolu koşuşturma; büyüklerden başlayan ziyaretler, el öpmeler; “bayramın mübarek olsun; sağol yavrum seninki de olsun, daim bugünlere çık”lar; gınalı şekerler, kâğıtlı şekerler, kahveler-kolonyalar; “Allahını seversen biraz da burda ye”ler…
Daha nice anılarımız depreşir çocukluğumuzun bayramlarını düşündüğümüz zaman… Büyüklerin bayram namazı çıkışından sonra başladığımız şeker toplama neredeyse bütün gün devam eder, hemen hemen kasabanın bütün evlerini dolaşır, birkaç cep dolusu şeker toplardık… Karnımız acıkınca buyur edilen herhangi bir evde yemek yenilir, cigaralar tellendirilirdi. Sadece bayramlarda cigara tüttüren çocuklar büyükler tarafından hoşgörülürdü…
Velhasıl çocukluğumuzun Tut’unun bayramları, onca yokluğa-yoksulluğa rağmen sevincin ve coşkunun herkesçe paylaşıldığı olağanüstü güzel günlerdi.
Bundan 6-7 sene önce şeker bayramı benim yaz tatilime denk geldi. O çok özlediğim çocukluğumun bayram günlerini yaşamak istedim. Çocukluğumuzda en çok sevdiğimiz badem şekeri, leblebi şekeri, kâğıtlı şeker aldım. Kolonyayı da ihmal etmedim. Ama gelen çocuklara vermek için para bozdurmayı unutmuştum. Bayram sabahı erkenden Ulupınar’daki evimizin girişindeki küçük avludaki çamaşır makinasının üstünü masa örtüsüyle örttüm, üzerine kolonyayı ve anamın hatırası olarak sakladığım eski bir kirişli küçük bakır kabın içine şekerleri doldurdum. Onlardan önce tıraşımı olmuş, banyomu yapmış, en beğendiğim bayramcalık elbisemi giyinmiştim.
Epey bekledim gelen olmadı. Balkondan baktığımda ortalarda dolaşan çocuklar da görmüyordum. İçimi bir hüzün kapladı. Bir süre sonra ayak sesleri duydum. Benim kendisine “Direj emmim” dediğim Şıhoğ emmimin Ahmedinin oğlu Tunay ile kendi yaşında bir arkadaşı kapıda gözüktüler. Çocuklar 6-7 yaşlarındaydılar. Önce yeğenim Tunay, sonra da arkadaşı bayramımı kutladılar, elimi öptüler. Ben de onlara şeker ve kolonya ikram ettim. O anda onlara para vermek istedim. Cüzdanımı çıkardım, sadece 50 lira var. “Çocuklar size para verecektim ama bozuğum yokmuş, 50 lira var” deyince, Tunay’ın arkadaşı 6-7 yaşındaki çocuk, “Ben bozarım amca” dedi. Hem gülümsedim, hem çok tuhafıma gitti. “Bizim zamanımızdaki çocuklardan da böyle ‘gözü açıkları’ var mıydı ki?” diye düşündüm. “Boz öyleyse” dedim gülümseyerek. Çocuk parayı bozdu, ben de onlara bölüştürdüm ve gittiler.
Onlardan sonra birkaç çocuk daha geldi bayramlaşmaya. İkindiden sonra ben de evden çıktım, Ulupınar’da oturan Gelinbacımın, Nayla ve Emine bacımın, Fatma bibimin bayramlarını kutladım. Yanlarına oturup sohbet ettim. Sonra da Edip’in kahvesine giderken yolda karşılaştıklarımla ve kahvedekilerle bayramlaştım.
Çocukluğumdan hatırımda kalan Tut’taki bayramları tam yaşayamamıştım o bayramda ama yine de bir çocukluk hatıramı az-çok canlandırmıştım ve bu benim mutlu olmama yetmişti.
Hamza Demir
23 Mayıs 2020
Tutlunun hoşgörü sınırı
TUTLUNUN HOŞGÖRÜ SINIRI
Sanırım on yıl kadar oluyor. Yaz tatilinde Tut’ta Belediyenin bahçesinde oturuyoruz arkadaşlarla. Yedi-sekiz arkadaş bir masanın etrafındayız. Şimdi rahmetli olan, herkesin sevdiği ve “Dayoğlu” dediği bir abimiz de masamızda. Kahve sohbetinde laf lafı açtı, devamlı Tut’ta yaşayan bir arkadaşımız, “Dayoğlu”na dönüp gülümseyerek “Yav dayı, sen rakıyı içiyorsun, sonra da camiye gidip namaz kılıyorsun. Nasıl oluyor bu iş?” dedi.
Abimiz gülümseyerek soruyu soran arkadaşımıza bakıp, o kendine has ses tonuyla
-Şişeyle camiye girmedikten sonra bir şey olmaz! dedi.
Abimizin “kırmızı çizgisi” buradan başlıyordu: Şişeyle camiye girilmez!
Tut’ta bu duruş sadece “Dayoğlu”na mahsus değildi. Tutlunun oldubitti din ile ilişkisi oldukça özgürlükçü, ılımlı ve hoşgörülüydü. Çocukluğumdan beri bilirim ki, oruç tutan tutmayana, tutmayan da tutana karışmazdı. Namaz kılma, camiye gitme konusunda da aynı hoşgörü ve birbirine saygı geçerliydi. İsteyen inancını sonuna kadar yaşıyordu ama tutucu bağnaz değildi. Mesela Adıyaman’ın, Malatya’nın şıhları bazı çevre köylere gider ama Tut’a hiç gelmezlerdi. Çünkü kimse onlara inanmaz ve ilgi göstermezlerdi.
Kahvenin bahçesindeki sohbet Tut’un bazı renkli kişilerinin Ramazanlıktaki hikâyelerini anlatmayla devam etti.
Bir arkadaş “Bal Ali” olarak bilinen Ali emminin bir hikâyesini anlattı:
Ali abi rakıcı, keyif adamı birisiydi. Ramazanda “oruç tutuyorum” diyerek akşamları da Yukarı Cami’ye teravi namazına gidermiş. Ama gizli gizli orucu bozup rakı içermiş.
Bir gün cami cemaatinden birisi bu durumu cami imamına söylemiş. “Bu Bal Ali teraviye geliyor ama gizli gizli yemek yiyor, rakı içiyor” demiş. O akşam yine Ali emmi teravi namazına gelmiş. Cami imamı vaaz verirken Ali emminin de gözünün içine bakarak “Aranızda bazı arkadaşlar oruç tutmadığı halde, içki içtiği halde oruç tutuyorum diyerek yalan söylüyor, bir de üstelik teravi namazına geliyor. O kişi Allah’ı kandıracağını mı sanıyor” diyor.
İmamın ve dolayısıyla cemaatten bazılarının kendine baktığını görünce Ali emmi dizlerinin üzerine dikelip imama yüksek sesle, “Bana mı diyon ağam?” diyor. İmam da “Sana diyom ula!” diye sert çıkıyor. Bunun üzerine Ali emmi, “Ben de kılmıyom o zaman” deyip ayağa kalkınca imam da, “Kılmazsan kılma” diyor ve Ali emmi camiyi terk ediyor.
Ben ve büyük ihtimalle orada oturan biz yaştakilerin hepsi bu hikâyeyi duymuştuk zaten ama her anlatılışında gene de kahkahalarla gülünüyordu, yine güldük.
Daha sonra bir başkası bir başka “Tut’ta oruç hikâyesi” anlatmaya başladı:
Tutlunun biri –bir rivayete göre Gara Halil emmimiz- oruç tutuyor. Tutuyor ama, açlığa-yemeğe dayanıyor da şu meret cigaraya dayanamıyor. İftar zamanı yaklaşınca sofra kuruluyor, aile sofranın etrafına diziliyor, Halil emmi birkaç cigara dolamış kıyma tütünden, bir tanesini çocuğa yaktırıyor, yanıbaşındaki kül tablasına cigarayı koyuyor. Cami hocasının sesini duyar duymaz herkes su dolu bardaklara uzanırken o da cigarasına sarılacak. Sarılacak ama bu hocanın ezanı okuyacağı yok! Cigara yanıyor, yanıyor ve hepsi kül olup bitiyor. Önceden sardığı cigaranın bir tanesini daha yaktırıp kül tablasına koyuyor, bekliyor. Bekle bekle yine hoca okumaz. İkinci cigaranın da bitmesine az kalınca artık dayanamıyor Halil emmi ve basıyor hocaya küfürü: “De hadi okuyacaksan oku, bilmem neyini ne yaptığımın hocası!”
O günkü sohbetimiz, buna benzer “eski Tut’u yâd etme” hikâyeleriyle devam etti.
Şimdi Tut nasıl mı?
Benim yaz tatillerinde edindiğim izlenim o ki, az da olsa değişiklikler var ama inançta özgürlük ve birbirine karşı hoşgörü esas olarak devam ediyor.
Hamza Demir
20 Mayıs 2020
Tut’ta dut zamanı
TUT’TA DUT ZAMANI!
Dut silkeleme küçük bir merasimdi önceleri.
Bildiğim kadar şimdilerde pek dut silkelenmiyor. Ağaçların altına bezler seriliyor, ya da dallara melefeler gerilerek sabitleştiriliyor. Dutlar o bezlerin üstüne düşüyor. Belli bir doluluğa geldiğinde de oradan alınıp işleme tabi tutuluyor.
Dut silkeleme de tarihe karışacak galiba…
Aşağı yukarı şöyleydi bu merasim:
Dut silkelemek için en az 5 kişi gerekir:
Dut ağacına çıkabilecek, dallarını elleriyle sallayarak veya ayağını dala vurarak dutların dökülmesini sağlayacak bir kişi. Dut silkeleyicileri çoğunlukla genç erkekler olur. Ama genç de olsa herkes o koca dut ağaçlarına çıkamaz.
Dört kişi de, silkeleme sonucu dökülen dutların içine düştüğü bezden yapılmış büyük dut melefesinin dört ucundan tutacak kişiler. Melefe ucundan tutanlar, melefenin havada kalabilmesine ve yer değiştirmesine güçleri yeten -çocuk-kadın-erkek- herkes olabilir.
Melefede toplanan dutlar çoğalınca ve ağırlaşınca leğenlere boşaltılır, yeniden devam edilir. Melefe dışına düşmüş dutlar da daha sonra toplanır.
Daha sonra duttan yapılacak ürüne göre işleme başlanır.
Pekmez, bastık (pestil) ya da kesme (cezerye) yapılacaksa dutlar telis denilen seyrek örülmüş büyük torbalara konup, curun dediğimiz oyulmuş büyük taşın içinde ayaklarla ezilerek şırası büyük bir teştte (büyük leğen) veya kazanda toplanır.
Büyük mahsere kazanında kaynatılan şıra (dut suyu) istenilen kıvama gelince ya bastık olmak üzere bezlere serilir, ya kesme için sinilere 2-3 santim kalınlığında serilir ya da pekmez olması için yine 3-5 santim kalınlıkta leğenlere konulup hazır olana kadar güneşte bekletilir.
Dutlar kurutulmak isteniyorsa da bezlere serilerek yine güneşin altında kuruyana kadar bekletilir.
“Tut çekmesi” dediğimiz ürün ise, kuru dutun tokmaklarla dövülerek ezilmesiyle yapılır, bir nevi helvadır. Çoğunlukla dutun son hasatlarından yapılır bu. Çünkü şırası azaldığı için kuru dut tokmaklarla dövüldüğünde ezilip yapışmaz.
Eskiden dut çekmesi çok yapılırdı. Soğuk kış günlerinde enerji deposuydu. Kimileri içine ceviz de katardı. Tenekelere basılarak saklanırdı. Çoğunlukla kış geceleri ‘yatsılık’ olarak yoğurtla birlikte yenilirdi.
O zamanlar dutun ürünleri ailenin ihtiyacına göre yapılırdı.
Şimdi duttan ne ürünlerin yapılacağına -öteki bütün ürünler gibi- piyasa/pazar karar veriyor. Hangi ürün para ediyorsa o yapılıyor.
Dutla uğraşanlara kolay gelsin.
Hamza Demir
4 Haziran 2020
Deli Payam
DELİ PAYAM
Tut’ta yaşamış-yaşıyor olanlar bilir: Çayırlıkta, Aslantaşların evinin üstünde bir payam (badem) ağacı vardır. İlkönce o açar çiçeklerini. Tut’un çoğu yerinden -Ağtut’tan, Tepebağ’dan- görünür o. Çünkü görünecek yerdedir ve ondan başka hiçbir ağaç çiçek açmamıştır henüz. Sanki bütün kasabaya güzelim beyaz-pembe çiçekleriyle bağırır:
-Müjde! Bahar geliyor!
Bu bağırışın anlamı şimdi belki sadece doğayla ilgili. Yani havaların ısınması, tabiat ananın yeniden canlanması, yeşillenmesi müjdesi.
Ama önceleri, benim çocukluğumda ve daha önceleri bu payam çiçeklerini açarak başka bir şeyi daha müjdeliyordu:
-Bu kışı da atlattınız Tutlular! Buğdayınız ununuz bu kışı da çıkarttı! Yakacak odununuz da mı kalmamıştı? Üzülmeyin, artık rahat nefes alabilirsiniz, Kış bitiyor! Doğa ana yine sizleri ısıtacak; sizlere yine çildirimini, körmenini, çağlasını vermeye başlayacak! Arkasından çeşit çeşit meyvesi sebzesi gelecek.
Haydi, gözünüz aydın, karakış bitiyor!
Deli Payam’dır bu ağacın adı.
Deli Payam’ın bu haberini bütün Tutlular duyar, hissederlerdi. Doğayla birlikte Tutlu da canlanır; karaşoğra-maşaşının yerini çildirimli yarpuzlu salata ve çiğköfte çeşitleri alırdı; Tutlunun gözüne fer, yüzüne gülümseme gelirdi.
Tabiat ile Tutlunun kaderi böylesine içiçeydi. İnsan doğaya hürmette kusur etmez, doğa da elindeki avucundakini insandan esirgemezdi. (O zamanlar kışları ısınmak için yapılan bilinçsiz odun kesimi, şimdi dünyadaki doğa tahribatı karşısında solda sıfır kalır.)
Tabiat ananın -karakış hariç- her mevsimde bir şeyleri olurdu insana sunmak için. O’nun kendi gönlüyle bize verdiğinin hem zamanı hem tadı olurdu. Şimdi yaşadığım kuzeyin soğuk ülkesi İsveç’te (daha doğrusu her yerde) her şeyi her zaman bulup alabiliyor insan. “Her şey ayın-oyun oldu” derler ya bizde, işte öyle! Bilim teknik sayesinde meyve-zebzenin mevsimi, yeri-yurdu kalmadı ama ne hale gelerek! Domatesin domates, kavunun kavun tadı yok. Dokunmayınca yapay (plastik) olanla canlı olanı ayıramıyorsun: İkisi de güzel görünüyor, ikisinin de kokusu yok. Meyve-zebzenin başına gelenler hayvanların başına yüz kat fazlasıyla geliyor. “Kutsal” piyasa ekonomisinin “daha çok tükettir, kıyasıya rekabet et, daha çok para kazan!” prensibi sayesinde zavallı sığırlar ilaçla 2-3 kat artan kiloları yüzünden vücutlarını götüremez oluyor; tavuklar yumurta makinasına dönüştürülüyor.
“Doğa insana ait değildir, insan doğaya aittir” derlermiş Amerika’nın eski yerlileri Kızılderililer. Şimdiki “sivilleşmiş” paratapıcı insan tersini düşünüyor: “Doğa bana para kazandırdığı sürece değeri vardır” diyor.
Böyle düşünenler azınlıkta belki ama bunlar suyun başında oturanlar. Bu yüzden bu zihniyetin doğa ve insan üzerindeki yıkıcı etkileri günbegün artıyor.
Neyse, biz “ne olacak bu dünyanın hali”nden gelelim bizim kasabanın baharına.
Benim gibi çocukluğu Tut’ta geçmiş ve şimdi dışarıda yaşayanlar, gözünüzü yumduğunuzda, çocukluğunuzdaki Tut’taki bahardan ne hatırlıyorsunuz?
Benim aklıma hemen gelenler: Mis gibi toprak kokusu, birdenbire bastıran iri iri dolu yağışı, körmen hıtabı, ağız, yerinde duramayan gidikler (oğlaklar), 23 Nisan-19 Mayıs bayram kutlamaları, kasabayı renk cümbüşüne dönüştüren çiçek açmış ağaçlar ve onların öncüsü DELİ PAYAM.
Sahi neden “Deli Payam” demişler ona?
Benim aklıma birbirini tamamlayan iki sebep geliyor:
Birincisi, “deli” lafı bazen “eşgere” olana, açık sözlüye denilir. “Deli oğlan, deli kız” sıfatlamaları çoğunlukla öyle kullanılır.
İkincisi de, “ayrıksağa” (aykırı) olana, “yolunu şaşırmışa”, önde gidene söylenir. “Herkesin akıllısı sen misin” sözü, “deli misin” anlamında böylelerine denir.
Deli Payam da diğer bütün öteki ağaçlardan önce çiçek açtığı için “eşgere” ve “ayrıksağa” sayılmış ve bu yüzden sevgi ve hayranlıkla ona “Deli Payam” denilmiş.
Nice baharlara DELİ PAYAM!
Nice baharlara Tutlular!
Ulu Cami
ULU CAMİ (1634)
Benim bildiğim, Tut’un tek tarihi yapısı Ulu Cami.
1634’de yapılmış, yanılmıyorsam 2013 senesinde de restore oldu.
Ne yazık ki başka yok!
Bırakalım çok eski yapıları, yakın tarihimizden dahi hemen hemen hiçbir şey saklanmamış.
Yapıları bırak, fotoğrafları bile yok!
Mesela daha yaklaşık 20 yıl öncesine kadar çok güzel, klasik bir HAMAM vardı. Yıkılmış ve yerine ucube bir çocuk parkı yapılmış. Oysa çocuk parkı, hamam yıkılmadan da yapılabilirdi.
Mesela daha yaklaşık kırk-elli sene öncesine kadar içinde yaşanılan toprak damlı taş evlerimizden bir tane olsun kalmamış.
Oysa cumbalı (ikinci katın ön cephesi çıkmalı), yarısı yukarı kaldırılabilen tahta pencereli, çoğunun içinde mahat (sedir) ve yunnuk (banyo) da bulunan MALATYA EVLERİ olarak bilinen o güzelim evlerden hiç değilse bir tanesi korunabilirdi.
Şimdiki çocuklarımıza “ben çocukluğumda büyükana ve büyükbabanla böyle evlerde yaşardık” diyebileceğimiz bir tek evin olmaması ne acı!
Böyle şeyleri düşünecek ve koruyacak olan elbette tek tek bireyler değil, kurumlardır. Yani belediye ya da kaymakamlık bünyesindeki kurumlar.
Ne yazık ki bu zamana kadar düşünülmemiş.
Bu eksikliği birazcık olsun giderebilmek için bir öneri:
Tut’un eski en güzel bir evi model alınarak orijinal haliyle yapılabilinir ve müze olarak kullanılabilinir.
Ne dersiniz?
Hamza Demir
10 Ocak 2021
Irgat
IRGAT
“Irgat seli Çukurova’ya aktı da aktııı
Kızgın güneş kara kaderi yaktı da yaktı…”
Hep bir ağızdan koro halinde, coşku ve öfkeyle söylüyorduk bu dizeleri piyesin bir yerinde.
1975 yılında, biz Tutlu devrimci gençler IRGAT piyesini oynayacaktık, kendi kendimize haftalarca provalar yaparak hazırlanmıştık. Ben bir de piyesin afişini yapmıştım. Afiş için, üzeri ırgat dolu bir kamyon resmi çizmiştim ve altına da yukarıdaki dizeleri yazmıştım. Ama Besni kaymakamlığı izin vermemiş, piyesimizi yasaklamıştı.
1970 yılları ortalarına kadar Tut’tan ırgat seli akardı Çukurova’ya pamuk zamanı…
Yukarı ya da Aşağı Cami’nin önündeki küçük meydanlarda ırgatlar ve onların eşyaları ile doldurulan ırgat kamyonları birbiri arkası sıra Çukurova’ya doğru yollara koyulurlardı.
Irgatların eşyaları, pamuk tarlalarının yanına kuracakları bezden çadırlar, çadır direkleri, kap-kacak, bir iki değişiklik için elbise ile ailenin sayısına göre hazırlanmış yiyecek, un, bulgur, ahıt (salça), soğan, yağ-tuz… Eşyalar kamyonun kasasını tıka basa doldurur, üzerine de ırgatlar tünerdi. Kamyonun şoför mahline elçi ile bir-iki de ırgatlardan en ileri gelen erkekler otururdu. Şoför mahlinde oturmak demek adamakıllı ayrıcalıklı olmak demekti. Çocuklar da kamyonun kasasının en önündeki, şoför mahlinin üzerindeki kasaya oturabilmek için yarışırlardı.
Ben iki kere gittim pamuğa.
İlkinde, ilkokulu bitirdiğim seneydi, ben 11 yaşındayken. Babam kürtüncüydü (semerci). O yıl babamın bacağına ağrı gelmiş, çalışamaz olmuştu. Ağrıları çok şiddetliydi, kürtün dikemiyordu. Ailenin kışlık erzağını hazırlayabilmek için mecburen ailece ırgatlığa gittik. Babamla beraber anam, Ayşe bacım, ben ve Nusret gitmiştik. Babam çalışamıyordu ama başımızda duruyordu. Bir de ağrıları için Ilıca’ya sıcak su kaynağına gitmişti oradayken. İlk gidişimizdi. Çadırları ve eşyaları kamyona yükledikten sonra bizler de bindik kamyona, çıktık yola.
O zamanlar Güneydoğu’yu Çukurova’ya bağlayan Gâvurdağı’nın yolu ince ve kıvrım kıvrımdı. Saatler alırdı Kömürler’den Osmaniye’ye varış. Arabalar Gâvurdağı’ndan tırmanıp inişe geçer geçmez yolun solunda Alamanpınarı vardı. Bir lokanta ile meyve sebze satılan bir dükkân vardı orada. Bir de buz gibi suyuyla Alaman Pınarı. Acıkan, susayan, dinlenmek isteyen yolcular burada dururdu.
Bizim ırgat kamyonu da burada durdu. Hepimiz arabadan indik, elimizi yüzümüzü yıkadık. Ekmek üzüm alıp yedik. Biz orada eğleşirken yoldan hakikaten ırgat seli Çukurova’ya akıyor, peş peşe ırgat arabaları geçiyordu. Bunlardan birisi herkesin dikkatini çekmişti. Oradan geçerken tilili ve zılgıt sesleri duymuş, yönümüzü o yana çevirmiştik. Tıklım tıklım dolu kamyonun ırgatları belli ki Urfa’dan geliyordu. Elbiselerinden ve türkülü-zılgıtlı neşelerinden besbelliydi.
Bizim kamyon da bir süre sonra tekrar yola koyuldu. Daha on dakika gitmemiştik ki, bir dönemeçte bir korkunç manzarayla karşılaştık; daha biraz önce tilili ve zılgıtlarla yanımızdan geçen Urfalı ırgatları taşıyan kamyon Kanlı Geçit denilen yerde uçuruma yuvarlanmıştı. Bizim kamyon durdu. Bir-iki kamyon daha durmuştu. Irgat arabası uçurumun ta dibinde gözüküyordu. Yoldan uçurumun dibine kadar parçalanmış, kanları unlara buğdaylara karışmış cesetler serpilmişti. Sadece iki üç tane henüz ölmemiş insanlar hatırlıyorum. Bir de sekiz on yaşlarında bir çocuğu hatırlıyorum. Yara almadan kurtulmuş çocuğu büyükler yolda duran sarı bir YSE (Yol Su Elektrik) arabasına bindiriyorlar, çocuk Kürtçe “anaa, babaaa” diye çığlık atarak cesetlere koşuyordu.
Orada, yol kenarında taşıtlar, yolcular çoğalınca ve yardım ekipleri gelince bizler yeniden yerlerimizi aldık ve bizim kamyon yeniden yola koyuldu. Osmaniye’ye varana kadar herkes “Mismillah, mismillah, mismillah” deyip bilenler dualar okudu. (Aynı sene yine Gâvurdağı’nda yine ırgat kamyonu kazasında Gani dayımı yitirmiştik.)
Ceyhan’ın Isırgan köyüne akşam kararırken varmıştık. Kamyon bir ahırın önünde durdu. Hepimiz indik. Eşyalar da oraya indirildi. Gece orada çadırları açmadan uyuduk. Sabah erkenden bir traktör geldi. Irgatın bir bölümü, bizler eşyalarımızı traktöre yükledikten sonra biz de üstüne doluştuk ve yola koyulduk. Bir süre sonra traktör bir derenin içinde durdu. Kocaman bir fıçıya dereden su dolduruldu. Biz ırgatların içme suyu. Pamuğunu toplayacağımız ilk tarla dağ tarafında bir susuz tarlaymış. Birkaç gün orada pamuk toplayacakmışız. Fıçıya doldurulan suyun bizim içme suyumuz olduğunu duyunca, o zaman on üç-on dört yaşında olan Ayşe bacım ağlamaya başladı. Hem ağlıyor hem “Ben bu suyu içmem” diye bağırıyordu. Anam da “Sus, ayıp. Herkes içiyor da sen mi içmeyeceksin” diye bacıma kızdı. Zavallı Ayşe bacım o yaşına kadar Ulupınar’dan dışarı çıkmamış, oranın tertemiz soğuk sularından başka su içmemişti. İlk defa ırgatlığa geliyordu ve köyün içinden akan bir derenin suyunu içmeyi hem “aşağılanmak” olarak algılamış, zoruna gitmiş, hem de “bu pis su içilir mi” diye düşünmüştü. Biz suskun kadere boyun eğiyorduk ama bacım asiydi. İsyan ediyordu. Ama o koşullarda o yaştaki kızın asiliği çok fazla işe yaramıyordu. Bir süre sonra o da çaresiz kabullendi, sustu.
Traktör Torosların eteğindeki tepelerin arasındaki bir düzlükteki pamuk tarlasının yanıbaşında durdu. Eşyalar indirildi, çadırlar kuruldu, peynir ekmekler yenildi, fıçı suyundan içildi. Biraz dinlendikten sonra pamuk hatlarına dizilindi. Büyükler ve usta toplayıcılar iki hat, küçükler ve acemiler birer hat aldık. Ve ilk pamuğu toplamaya başladık.
O ilk pamuk tarlasında benim hafızamda kalan bir şey var; tarlanın kenarında bodur bir çam ağacı vardı. Paydosta bazen onun dibine otururduk. Zaman zaman esen serin yel çamın iğne yapraklarının arasından geçerken bazen fısıltıya bazen uğultuya benzeyen bir ses çıkarır ve güneşin sıcağı çamın reçinesinin kokusunu dışarı salar, mis gibi kokardı. Her çam kokusunda hâlâ o çam reçinesi kokusu ve o tarla aklıma gelir.
Birkaç gün o susuz tarlada pamuk topladıktan sonra ağanın öteki sulu tarlalarında çalışmaya devam ettik. On beş yirmi gün sonra Isırgan’da işimiz bitti ve oradan Mustafabeyli’ye gittik, pamuk toplamaya orada devam ettik. Orada da birkaç tarlada pamuk topladık. En son topladığımız tarla, Mustafabeyli ile Toprakkale köyleri arasında, tren yolu ile eski Toprakkale yolunun hemen altındaydı.
Bu dört beş haftalık ilk ırgatlık günlerimde, hemen her tarlada ayrı anılarım var. Her yeni tarlaya gidildiğinde biz çocuklar hemen tarlanın su kuyusunu bulur, oradan emme basma tulumbayla suyu akıtırdık. Bazı tarlaların kenarlarında bulduğumuz karpuzların biz çocuklara verdiği mutluluğu anlatamam!
İkinci gidişim 1973 ya da 74 olmalı. Öğretmenokulunda okuyordum.
İki kez gittiğim ırgatlıkta aklımda kalan bazı hatıralarımı yazmaya çalışacağım sonra. Hacı emminin (Çil Hacı) hikâyelerini; Çukurova yağmuru ve yıkılan çadırları; Gözel Ahmet emmi ile elçimiz Pambık Ali emminin bir tartışma sonunda çöküşmesini; Haftalardır pamuk toplayarak kazandığı parasını Ceyhan yolçatında “ağrıları dindiririz” diye kandıran halburculara çaldıran yaşlı kadıncağızı… yazmaya çalışacağım. Bir de ikinci gidişimizde pamuk tarlasından, o zamanki günlük gazetelerden “Yeni Ortam”ın “Okur mektupları”na yazdığım ilk yazımı.
Göteborg, 12 Ağustos 2020
Çil Hacı
ÇİL HACI
“Gece garanlıııııık… Gorhuyoooommmm… Yalanız başıma Erkenek’ten Tut’a katırla yük getiriyom. Ağdağ’ın bir yerinde bir dere var. Çukurda. Orası çok hoflü (ürkütücü). Oraya geldim. “Mismillah mismillah” diye katırın arhası sıra yürüyom. Tam derenin azıcık kalmış suyunun üzerinden katır atlarken birden “çat çaaaaat” etti. Bir şimşek çaktı ki, nasıl bir şimşek! Arkasından gök gürüledi. Korkumdan saçlarımla birlikte şapkam havaya kalktı. Katırın kuyruğuna yapıştım…”
Bir sene Hacı emmimlerle Adana’ya pamuk toplamaya birlikte gitmiştik. Pamuk tarlasında çadırlarımız yanyana olurdu. Hacı emminin eşi Fatma bibim (Böyük gelin) öz bibim (halam) Fatma’nın kızıydı. Ulupınar’da da komşuyduk. Adana sıcağında gün boyu pamuk topladıktan sonra çadırlarımıza gelir, yemeklerimizi yedikten sonra bitişikteki Fatma bibimgilin çadırına, Hacı emminin (Çil Hacı) hikâyelerini dinlemeye giderdik. Girişte yazdığım, orada dinlediğim o anı-hikâyelerden birisiydi.
Hacı emmilerin, Ulupınar’da babasının bostanının (bahçesinin) içine yaptığı toprak evden başka bir karış toprağı yoktu. Ailesinin geçimini katırcılık yaparak, Çukurova’ya kazmaya ve pamuğa giderek, başkasının tarlasını yarıya icara (kiraya) alıp değişik tahıl-tütün vb. ekerek sağlıyordu.
Bunu yapan sadece Hacı emmi değildi. Tut’un ekime uygun arazisi nüfusa göre çok az olduğu için oldubitti Tutluların çoğu geçimlerini “dışarıdan” sağlamaya çalışırlar. 1960 sonlarına kadar “Yazıya gitme”, “Kaçağa gitme” vardı. Eşek ve katırlarla Urfa ovalarına kuru dut, üzüm, pekmez gibi şeyleri götürüp oralarda buğday-arpa-nohut gibi tahıllarla değiştirilmesine “yazıya gitme” denilirdi. “Kaçağa gitme” de, atlarla (bazıları da yaya) Suriye’ye, daha çok Halep’e gidip oradan kaçak kumaş getirerek kasabada ve civar köylerde satma ya da buğdayla değişme işiydi. (“Geçimini sağlama” dediğim, aile nüfusuna göre baba o seneye aileye yetecek bulgur ve un için gerekli buğdayını uydurmuşsa sırtını duvara yaslayabilir, “bu sene de tamam” diyebilirdi.) Daha sonra, yanılmıyorsam 1960 başlarında başlayan Çukurova’ya pamuk kazma ve toplamaya, Mersin’e mecrefe (limon-portakal bahçelerinde kazma işleri) ve kuyu kazmaya; Mersin içinde kahvelerde lokantalarda çalışmak için gidilmeye de başlandı. Sanırım Çukurova’ya topluca yönelme, bir zamanlar Tut’ta hayli yaygın olan çulhacılığın (dokuma tezgâhlarında bez, savan, çul, kilim dokunurdu) Maraş-Antep-Besni’deki dokuma tezgâhlarının sanayi elektriğinin gelmesiyle birlikte ilkel manifaktür üretimden modern sanayi üretimine (fabrikalaşma) geçmesiyle elektriği olmayan Tut dokumasının çökmesi sonucu başladı. 1970 başlarında ekimi serbest olan tütüncülük ve “Alamancılık” da Tutlunun önemli geçim kaynağı oldu.
***
Hacı emminin eşi Fatma bibimi iki sene önce kaybettik. Sağolsunlar çocukları babalarına bakıyorlar ellerinden geldiği kadar. Geçen seneye kadar Ulupınar’daki evlerinde kalıyordu. Ben her yaz tatiline gittiğimde onlara uğrar, hal hatır sorardım, gelmişten geçmişten sohbet ederdik. Geçen sene Ulupınar’a çıkmaya gücü yetmeyince kasabanın merkezinde bir ev kiralamışlar, orada kalıyor şimdi.
Geçen sene yazın Ayşe ile evini ziyarete gittiğimizde Hacı emminin güzel sohbetlerini, hayat hikâyelerini yeniden dinledim. Ama ne hikâyeler… Şimdiki zamanın insanının aklı almaz hikâyeler… Kendisinin ve ailesinin karnını doyurabilmek için girdiği zorlu hayat kavgasından akılda kalan parçalar, yaşanmışlıklar.
Yukarıda bir kısmını yazdığım katırcılığı bir düşünün… Çocuklarının birkaç günlük yiyeceğini karşılayabilmek için Malatya-Erkenek ile Tut arasındaki o koca Ağdağ’ı -ki arada hiçbir köy veya ev yok- geceleyin tek başına geçmek…
***
Geçen yaz evlerinde anlattıklarından iki hikâye daha beni etkiledi:
Hacı emmi, Tut’un yaslandığı Hacı Mammet dağının arkasında, kasabanın kuzey batısına düşen Bulanık köyünde bir tarla yarıya kiralar. Kaldırılacak mahsulün yarısı tarla sahibine yarısı kendisine paylaşılacaktır. Fasulye ekmiştir ve tarlanın yanına da bir hayma (ağaç ve dallardan kulübe) kurmuş, Fatma bibim ve çocuklar da o haymada kalmaktadırlar. Kendisi zaman zaman yaya Tut’a giderek yiyecek gibi ihtiyaçları getirmektedir.
Bir gün yine Tut’a gelir, ihtiyaçları hazırlar, yatsı namazı okunurken Bulanık’a gitmek üzere yola koyulur. Çanakcı’dan çıkarak Yarpuzlu’yu geçecek, yaya yaklaşık iki-üç saatlik yol yürüyerek tarlaya ulaşacaktır.
Hacı emmi şöyle devam etti hikâyesine: “Sırtımda erzak dolu torba her zamanki gittiğim yoldan gidiyom. Yarpızlı’yı geçince ileride bir düzlük var. Davarcıların koyunları-keçileri yatırdığı bir düzlük. Orası bomboştur. Ağaç veya çalı gibi şey yoktur. Harman yeri gibi dümdüz. Oraya yaklaşınca bir karartı gördüm. Ne olduğunu anlamak için karartıya iyice yaklaşırken kendi kendime “Allah Allah, burada bir şey olmayacaktı. Bu karartı ne” demeye kalmadı, birdenbire o karartı bir-iki metre önümde dev gibi ayağa kalktı. Yüreğim “gürp” etti. Kendimi düzlüğün yanındaki derenin öbür tarafına nasıl attığımı bilmiyom. Meğer bir deve yatarmış orada. Davarcı göçeberlerin develeri olurdu. Onlardan biri gruptan ayrılmış demek ki, orada yatarmış. Benden huylanıp birden bire ayağa kalkınca ödüm patladı…”
***
“Gene bir sene bibin ve çocuklarla Adana’ya, Ceyhan’a pambığa gittik. Kilise köyünde bir ay kadar bir ağanın tarlalarında topladık. Ağanın tarlalarının işi bitince elçiyle (Ağa ile ırgat arasında aracı) anlaşmamız da bitti. Topladığımız pamuğu hesapladık, ‘Pambık çıkımına’ diye yaptığım borçları karşılamıyor. Ne yapacağım? Bibini ve çocukları diğer köylülerle Tut’a gönderdim. Ben iki Tutlu arkadaşla hırsızlığa kaldık. O zamanlar devletin kendi pamuk tarlaları vardı. Oraların da bekçileri vardı ama ağa tarlaları gibi sıkı değildi. Ben ve iki arkadaş anlaştık: Borçlarımızı ödeyebilecek kadar para kazanana dek pamuk hırsızlayıp, kaçak satacaktık. Öyle de yaptık. Arkadaşımdan biri tecrübeliydi. Sakin zamanlarda gider tarlaları dolaşır, çalınabilecek pamukları bellikler (işaretler) biz de gece gider çalardık, aynı gece kaçak pamuk alıcısına satardık. Bir hafta on gün kadar oralarda pambık hırsızlığı yaptık, borcumu ödeyecek kadar param birikince de döndüm köye.”
“Ekmek aslanın ağzında” dedikleri bu olsa gerek! Yokluk ve çaresizlik, kendi memleketinde asla yapmadığı ve yapmayacağı hırsızlığı elin Çukurova’sında, devletin pamuk tarlalarında yaptırıyor.
Hacı emmimin belki de Tutlular tarafindan da pek bilinmeyen bir yönü daha var: O aynı zamanda gerçek bir sinemasever. Tut’ta 1960 ve 70’li yıllarda sinema vardı. Hem kışlık, hem yazlık. Hacı emmi hemen hemen hiçbir filmi kaçırmazdı. Onu, sinemacı Mahmut abinin Çayırlık’taki yazlık sinemasının (Şimdiki çocuk yuvası binasının yanındaydı) dizili tahta sandalyelerinin en arka sırasında köşede sandalyenin üzerine çömelmiş vaziyette otururken hatırlıyorum.
Hacı emmime sağlıklı ve uzun ömür diliyorum.
Yapıcılar
YAPICILAR
Yanılmıyorsam 12-13 yaşlarındaydım. Yani 1968-69 yılları. Öncesini ve sonrasını hatırlamadığım bir anım, filmin tek karesi gibi bir bölüm, hafızamda eski bir resim bulanıklığında duruyor: Abim Abuzer Demir, Fikret Acar, Orhan Avşar, Mahmut Tutuş, Mustafa Yılmaz (hatırlamadığım bir iki kişi daha) ve Nedim Yapıcı eski mezarlığın önünde Ağtut’a doğru yürüyorlar. Nasıl oldu bilmiyorum ama, ben de tek başıma 10-15 metre arkalarından geliyorum. Yürürken seslice konuşup tartışmaları ilgimi çekmiş olmalı. Duyabildiğim kadar dinleyip anlamaya çalışıyorum konuşulanları. Hayatımda ilk defa Kant, Hegel, Marx isimlerini, materyalizm, idealizm, mantık gibi felsefe sözcüklerini duyuyorum. Tartışmacıların en ateşlisi ve sürükleyicisi ise Nedim Yapıcı.
Nedim Yapıcı, bizim Ulupınar’da komşularımız Yapıcıların en büyük oğulları. Bahçelerimiz yanyana. Altı kardeşten erkeklerin en küçüğü olan Mesut ile benim okul öncesi çocukluktan ortaokul sonuna kadar kesintisiz süren bir çocukluk arkadaşlığımız var. Kardeşim Nusret, emmioğlularım Kadir ve Nihat, bibioğlu Hacıosman Ulupınar grubumuzun diğer üyeleriydi. Mesut, tartışmasız “reis”imizdi. Bizleri, Teksas-Tommiks, Zagor, Karoğlan, Tarkan gibi o zamanların çizgi romanlarının fantezi dünyasına çeker, orası Cünüt burası Erikliğin Kelle, dolam dolam dolandırırdı. Bize öyle okuma alışkanlığı kazandırmıştı ki, birlikte eşeklerle Çamiçi’ne oduna gittiğimizde, bütün yol boyunca eşeğin sırtında çizgi romanları okuduğumuzu hatırlıyorum.
Grup liderliğini sadece çocuk kitaplarının büyülü hayal dünyasına bizleri çekebildiği için değil, kararlılığı ve korkusuzluğu ile de hakediyordu. Babası Ahmet emmiyle tartıştığı için -benim tüm ısrarlarıma rağmen- bizde değil, gidip su ambarının damında yattığını; bir keresinde yalnız başına oduna gittiğinde –yine kitaba daldığı için- eşeği kaybedince, babasının gece yalnız başına onu eşeği bulmaya dağa gönderdiğini, onun da bulup getirdiğini hatırlıyorum mesela. Tek başına gece mezarlığın içine giderdi. Biz diğerlerimiz bunu asla korkumuzdan yapamazdık. Öyle korkusuzdu. Kararlılığına örnek olarak da, Cünüt’te (Yapıcıların o yörede bağı ve bostanı vardı) birlikte oynuyorken, bir sebepten rahmetli Mustafa Aslantaş ile tartıştıktan sonra “ahraz” oluşunu ve yaklaşık on beş gün süreyle, ailesi de dahil hiç kimseyle hiçbir kelime konuşmamasını verebilirim.
Mesut okuma alışkanlığını ailesinden almıştı. Çocukluğumuzda, kış günleri Yapıcıların evinde, arkası yarın devam edilmek üzere kitaplar okunurdu. Çoğunlukla Hilmi abi okurdu kitapları. Hava Bacı (anaları), Ayşe, Mesut, Sıdıka, Beyhan (kardeşler), Nusret ve ben dinlerdik. Bazen Hilmi abi okumayı bırakıp bir yorumda bulunur, bazen de yorumlar uzayıp tartışmalara dönüşürdü.
Bir düşünün: 1960’lı yılların Tut’u. Elektrik yok. Kasabayı dünyaya bağlayan bir karakol ve PTT’nin telefonu, bir de üstünden bir belediye kamyonu bir de Sait emminin (Kılıç) kolçakla çalışan cipinin geçtiği şose yol. Karanlıklar ve karlar altında bir küçük kasabanın Ulupınar mahallesinde, iki odalı toprak evde, gaz lambasının ışığı etrafında büyüklü küçüklü, oğlanlı kızlı 8-9 kişi, aralarından birinin okuduğu bir Fransız romanını dinliyor ve tartışıyor!
İş sadece okumak-tartışmakla da kalmıyor. Ailenin en büyük çocuğu Nedim Yapıcı, yörede anlatılan ve Tut’a giderken Göksu’yu geçtikten sonra karşınıza çıkan Sürmen kayalıklarında geçtiği söylenilen bir efsaneden yola çıkarak kocaman bir roman yazıyor: Sürmenepolis! Eski usul kaplanmış, daktilo yazımı kapkalın bir kitap, kitaplıklarının bir yerinde dururdu. Evet, Yapıcıların evinde o tarihte kitaplık vardı!
Nedim abi vefat ettikten sonra düşünmüştüm: Acaba Nedim Yapıcı felsefeyi bir üniversitede okusaydı, ya da onu anlayan ve onunla fikir alışverişinde bulunan bir entelektüel grupla teması olsaydı ne olurdu? Yaşamın anlamına dair o büyük soruları (felsefeyi) tek başına anlamaya ve açıklamaya çalışmak ne kadar olanaklı ki?
Bir de Hilmi abinin çok güzel resim yaptığını söylemeliyim. Biz ilkokul beşinci sınıfta iken bir gün resim dersimize geldiğini, çok güzel bir suluboya manzara resmi yaptığını, bize de resmi göstererek “Çocuklar, resimde ağaçlar mavi de boyanabilir” dediğini hatırlıyorum.
Yapıcılar, “eski” Tut’un en renkli ailelerinden biriydi. Ben kendimi o aileye o kadar yakın hissediyorum ki, kendimde onlar hakkında yazma hakkı gördüm. Bu aynı zamanda benim için bir vefa borcu da. Bütün Yapıcılara, benim “ben” oluşuma yaptıkları katkılardan dolayı teşekkür ediyorum.
Hava bacımı, Ahmet emmimi, Nedim abiyi ve canım arkadaşım Mesut’u sevgi ve saygıyla anıyorum; Hilmi abiye, Ayşe bacıya, Sıdıka ve Beyhan’a sağlıklı uzun ömür diliyorum.
Hamza Demir
Ulupınar Çocukları
ULUPINAR ÇOCUKLARI 1
Emmioğlu Nihat’ın ardından
Bu yaz memlekete gittiğimde, ilk gün Burunçayır’da kalıp sonra Tut’a gitmiştim. Bacımgile eşyaları bıraktıktan sonra kahveye indim. Edip’in kahvesine. Orası, yanılmıyorsam 75’lerde Nevzat Yücel ve Mahmut Karakaplan’ın çalıştırmasından sonra bizim grubun değişmez mekânı oldu. Hâlâ da öyle. Başka yerlere de uğranılıyor ama, oraya gidilmese sanki bir eksiklik oluyor. Bu gittiğimde de bacımgilde biraz dinlendikten sonra, sanki hiç düşünmeden, alışkanlık üzere ayağım beni Edibin kahvesine götürdü. Özlediğim sevgili arkadaşlarımın çoğunu orada görebileceğim fikri mi, sadece alışkanlık mı beni yönlendiriyor bilmiyorum. Belki de her ikisi.
İkindi ile akşam arasıydı. Nihat, belediyenin bahçesinin, eski Sait emminin evinin olduğu tarafında, gölgede yalnız başına oturuyordu. Onu çoğu zaman yalnız başına otururken görürdüm. Biraz kendi âleminde yaşar gibi. Mesela, onu, kahvede dört kişinin oynadığı, sekiz kişinin seyirci olduğu, seyircisinin oyuncularından daha heyecanlı olduğu oyunlarda görmezdim. Bir tek Hacı Halil emminin oğlu Memet abiyle ara sıra fanti (bir iskambil oyunu) oynadığına tanık olmuştum.
Bu yaz da Nihat’ı yalnız başına oturuyor bulmam bir sürpriz değildi. Yanına gittim, sarıldık, öpüştük. Ismarladığı kahveyi içerken, “nasılsın iyi misin”den sonra, “Yine her pazar Ulupınar’a, bostana gidiyor musun emmioğlu” dedim. Her pazar gittiğini, şimdi bostana bir seki yaptırdığını, bundan böyle iki eş dost gelirse oturacakları bir yer olduğunu anlattı. Daha sonra laf, bir yıl önce kaybettiğimiz sevgili çocukluk arkadaşımız Mesut Yapıcı’ya geldi. Mesutların evi ve bostanı, Nihatgilin bostanıyla bizimkinin arasında. Duygulanarak, ölümünden birkaç gün önce Mesut’la bostanlara birer ev yaptırıp, hayatlarının geri kalan bölümünü orada, Ulupınar’da geçirmek hayalleri kurduklarını anlattı. “Ama ben kararlıyım emmioğlu, yoruldum artık, bu yıl da çalıştıktan sonra emekliye ayrılacağım ve Ulupınar’a bir ev yaptıracağım” dedi. Daha sonra, her seferinde olduğu gibi çocukluk anılarımıza gittik: Abidin gozunun dibinde – orası bizim gizli mekânımızdı- kâğıt oynamamızı; kaçak tütün ve kâğıttan doladığımız cigaralarımızı içmemizi; Teksas-Tommiks çizgi romanlar okuyuşumuzu; bizim kabak gozun dallarına 10-15 çocuk birer kuş gibi tüneyerek, pantolonumuzu sıyırıp, aşağıda belirlediğimiz bir yaprak, taş ya da çöp hedefine tutturmaya çalıştığımızı ve böyle bir yarışma icat ettiğimizi kahkahalarla gülerek anlattık. Ben de kendisinin Nermin’i (küçük bacısı) kızdırıp, o kızgınlıktan hop hop hoplarken kendisinin nasıl kahkahalarla güldüğünü, aralarında çok özel ve güçlü bir kardeşlik bağı olduğunu anlattım. Gülümseyerek “Öyle” dedi.
Bütün bunları konuştuk o ilk karşılaşmamızda bu yaz.
Akşam oldu, evlere gittik.
Sabah yeğenim Derya, “Dayı kalk, anam bayıldı” diye uyandırdı beni.
– “Niye? Ne oldu?”
– “Nihat dayım ölmüş!”
– “Nasıl?.. Ne zaman?.. Neden?..”
Olacak iş mi bu şimdi?
Oldu işte!
O karşılaşmamız aynı zamanda son karşılaşmamız da oldu.
Ulupınar çocuklarından biri daha gitti.
Bizler 18-19 yaşlarındayken Emov bibimin oğlu Hacı Osman’ı kaybettik. Kanserden öldü. 2003’de Şıhov emmimin kızı Aysel’i yitirdik. Geçen sene Mesut, bu yaz da Nihat.
Hep birlikte büyümüştük Ulupınar’da. Korku, endişe ve güvensizlik duygusunu hiç tanımadan, özgürce ve her şeyimizi paylaşarak. Kaygısız tasasız büyümenin yarattığı ilgi alanları da ilginçti. Kadir kibritten telefon, eski pillerden elektrik tesisatı yapmada… Mesut ateşli silah ve gelincik gazozu denemelerinde… Nihat süngelle kuş avcılığında… öne çıkıyordu.
Ulupınar, bütün çocukluğumu huzur ve güven içinde geçirdiğim yarı kutsal bir yer benim için. Herhalde bu sebepten olsa gerek, hâlâ kendimi en huzurlu hissettiğim yer de orası.
Göteborg, 4 Aralık 2007
Demirgırat
DEMİRGIRAT
1979-80’de öğretmenlik yaptığım Gölbaşı’nın Yukarı Nasırlı köyündeki Muhtar Hanifi abi anlatmıştı. Rahmetli Alibeğ emmi (Ali Ayaz, rahmetli Abuzer eniştenin -Uzmanın- babası) oralara kaçak tütün satmaya gittiğinde, konakladığı evlerden biriymiş Muhtar Hanifi’nin evi. Hanifi abi, Alibeğ emminin kendilerine anlattığı hikâyeleri hep gülümseyerek anlatırdı. Bunlardan birisi de aşağı yukarı şöyleydi:
Alibeğ emmi, hasta oğlunu Antep’ten doktordan getirirken, Tut yolçatında inmek üzere, Adıyaman’a giden bir köy arabasına biner. Arabanın içindeki köylülerin hepsi de “Demirgırat Partisi”ndendir. (Menderes liderliğindeki Demokrat Parti’ye “Demirgrat Parti”, onu destekleyenlere de “Demirgırat” denilirdi Tut’da eskiden).
Yola çıktıktan bir süre sonra köylüler “politika” yapmaya başlarlar! Halk partililere söverek, gülerek alay ederler. Alibeğ emminin orada olduğunu ve Halk partili olabileceğini hiç düşünmezler. Küfürler artmaya ve çeşitlenmeye başlar. En arkada oturan Alibeğ emmi heyecandan, öfkeden ve bir şey yapamamadan dolayı titreyen dizlerini farkettirmemek için elleriyle tutmaktadır.
Tut yolçatına yaklaşıldığında oğlu Nuri’nin kulağına eğilerek “Oğlum, indikten sonra ben kaç dersem kaç” diye tembihler.
Yolçatında araba durur, Alibeğ emmi parasını öder, önce oğlunu indirir arabadan, sonra kendisi inip kapıyı tam kapatacakken bağırır: “Ben de nerede demirgırat var avradını… …! Kaç ula oğlum” der ve kapıyı çarparak tabana kuvvet kaçarlar.
Alibeğ emmim oldu-bitti Halk partiliydi. Daha doğrusu, önce İnönücü, sonra Ecevitci, sonra yetiştiyse Baykalcı. Nasıl ki “karşı taraf” da Menderesci, Demirelci, Özalcı ise. Niçin “Demirgırat” değil de Halk partili oldu bilmiyorum. Belki Atatürk’ün ve İnönü’nün partisi olduğu için. Belki de, memleket çok partili düzene geçip Tut’da da genel ve yerel seçimler yapılmaya başlanınca, Alibeğ emmi de akrabalık ya da yakınlık nedenleriyle Halk partili olmuştur. Tabii ki ateşli bir CHP’li olarak “ajanslar”ı dinleyip politikayı takip ettiği, İnönü’nün Menderes’e, Ecevit’in Demirel’e ne oturaklı laflar ettiğini dinleyip sonra da gelip kahvedeki öteki Halk partililere anlattığı çok olmuştur.
Politikayı böyle anlayıp böyle yaşayan sadece Alibeğ emmi miydi? Elbette ki hayır. Hemen hemen herkes! Hatta şimdi bile büyük bir çoğunluk hâlâ particiliği takım tutma, yenme-yenilme, yenince kaybedene gıcık verip, yenilince “hile yaptılar” deyip küfür etme olarak anlayıp yaşıyor. Daha son (7 Haziran 2015) seçimlerden sonra Facebook’ta bir Tutlunun seçim sonuçlarını beğenmeyen paylaşımının arkasından “Sukut füzeli” -nineli küfürlerle derin politik analizler yaptıklarına tanık olduk!!!
Peki, niçin böyle?
Bir sürü sebep sayılabilir ama bana göre en belirleyici sebep, toplumumuzdaki demokrasi bilinci eksikliğidir. Seçim nedir, partiler neden vardır, demokrasi nedir, hangi parti nasıl bir toplum düzeni istiyor, birey ile demokrasinin ilişkisi nedir?
Toplumun birarada yaşamasını sağlayan, bireylerin sorumluluk ve haklarını-özgürlüklerini düzenleyen kuralları belirleyen anayasa ve yasalar hangi temel insan haklarından yola çıkar? Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” neyi içerir, niçin yazılmıştır? gibi soruların cevabını hiç değilse genel olarak bilmeden demokrasiyi içselleştirmek kolay değil.
Demokrasi bilinci sadece bilgi ile de olmaz elbette. Belki de ondan daha önemlisi, bireyin günlük yaşamında da demokrat olması, demokratik ilkeleri uygulamasıdır. Bir kişi eşi ile sorununu şiddet yoluyla çözmeye kalkıyorsa, evladıyla ya da komşusuyla sorunlarını şiddet yoluyla çözmeye kalkıyorsa demokrasiyi içselleştirmesi çok zor.
Demokrasinin bana göre ana prensiplerinden birisi “ben kendime ne hak tanıyorsam, başkalarına da aynı hakkı tanımam lazım” düşüncesidir, tavrıdır. Bu başkası, ben erkeksem o kadın, Türksem Kürt, Sünniysem Alevi, Müslümansam Hıristiyan, ateistsem dindar, solcuysam sağcı olabilir.
Bu toplumda sadece ben ve benim gibi düşünenler yaşamadığına ve hepimiz birlikte yaşamak zorunda olduğumuza göre, hepimiz hak ve sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz.
“Benim düşüncem doğru, o halde herkes bana uymak zorundadır” ya da “benim hakkım var ama şunların-bunların aynı hakkı yok” diyemeyiz. Dersek kaos olur, toplum birbirine girer, acılar çekilir. Herkes kaybeder. Toplumda dirlik-düzen-huzur olmaz.
Parti seçerken (aktif destekleme ya da oy verme) insanın çıkış yolu, “ben nasıl bir toplum istiyorum, temel hayat prensiplerim, insana ve hayata bakışım ne, hangisini seçersem benim temel insani prensiplerime uygun olur ve olmasını istediğim topluma yaklaşılır?” olmalıdır.
Mesela ben, insanların din-dil-ırk-kültür-cinsiyet-engelli ayrımı olmaksızın eşit haklara sahip olduklarına; eşit, adil ve özgürlükçü bir toplumda herkesin daha mutlu yaşayacağına inanıyorum. Politikanın özünde toplumdaki değişik sınıfların çıkar mücadelesi olduğuna, bu mücadelenin demokratik yollarla verilmesi gerektiğine, en ileri demokrasinin de ancak insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kalkmasıyla (sosyalizm ile) mümkün olacağına inanıyorum. Destekleyeceğim partiyi de bu temel prensiplerime uygunluğu ve güncel sorunları çözmek için demokratik-eşitlikçi-adaletli-dayanışmacı-çoğulcu-doğayla uyumlu politikalarının olup olmamasına göre seçiyorum. Hem yaşadığım ülke İsveç’te hem Türkiye’de.
Takım tutar gibi parti tutma değil de ideolojisine, fikrine inandığın partiyi destekleme ve başkalarının tercihlerine saygı duyma biçiminde siyasete yaklaşıldığında, istismarcı politikacılar insanları birbirine de düşüremez, toplumda kamplaşma da olmaz. Sorunların barışçı-adil ve demokratik yollarla çözüm olanakları artar.
Gelecek seçimlerin, sol-sağ ayırmaksızın herkes için “demirgırat”lıktan “demokrat”lığa giden yolda adımlar olması dileklerimle.
Göteborg 30 Ekim 2015
8 Mart Tutlu kadınların da günü
8 MART TUTLU KADINLARIN DA GÜNÜ!
Küçük iken anama anlatan bir kadından duymuştum: Kendisi bir köyden bir köye gelin gidiyor. Uzun süren at üstünde yolculuktan sonra nihayet damat evine geliyorlar. Gelin, evin önünde bir ihtiyar koca görüyor. “Amoov, evin gocası da varmış tama” diye hayıflanıyor aklından. Akşam olup damat odaya girince, dışarıdaki “goca”nın kocası olacak damat olduğunu anlıyor. “O gün bugündür yaşıyom bu herifinen. Nediyim?” demişti hikâyesinin sonunda.
Yalnızca bu kadın mıydı bütün bir ömrünü geçireceği insanın kim olacağına başkalarının karar verdiği?
Tabii ki değil. Benim kuşağımdan olan hemen herkes duymuş ya da tanık olmuştur böyle olaylara. Gelin edildikten sonra, “kadınlığını” unutup yaşıtlarıyla oyuna dalan on iki-on üç yaşlarındaki kız çocukları, mal veya para karşılığı “satılan” kızlar, bütün bir ömür boyu kocasıyla olmayı işkence gibi yaşayan kadınlar, sürekli aşağılanıp, küfredilip, dayak atılan kadınlar…
Hiç mutlu kadın yok muydu o zamanlar? Vardır herhalde! İnsan en kötü koşullarda da bazan mutlu olur. Ayrıca, bütün erkekler şimdi olduğu gibi o zaman da aynı değildi. Kocasından saygı ve sevgi görmüş çokça kadınlarımız da olmuştur. Ama bu genel olarak geçerli olan bir gerçeği değiştirmez: Kadınlar toplumda ikinci sınıf insandı ve eziliyordu. Hakimiyet kayıtsız şartsız erkeğindi.
Ya şimdi? Şimdi farklı mı?
“50 yıl önce nasılsa şimdi de aynı” demek doğru değil elbette. Kadının özgürleşmesinde, yani kendi hayatıyla ilgili kararları kendisinin verebilmesi koşullarında önemli gelişmeler oldu. Hiç görmediği birisiyle evlendirme, başlık parası, on iki-on üç yaşlarında evlendirme önemli ölçüde kalktı. Tut’ta düğünlerde önceden kadınlar ve erkekler ayrı yerlerde olurlardı, şimdi birlikte halaya duruyorlar; evvelden kadınlar kızlar çarşıya çıkamazlar, alışveriş yapamazlardı, şimdi yapabiliyorlar. (Anam veya bacım nakış için istedikleri bir ipliği alabilmek için biz çocukları Ulupınar’dan çarşıya gönderir, renkli iplik kutusunun hepsini getirtir, içinden istediklerini seçerler sonra gönderirlerdi. Bazen bir iplik almak için üç-dört kere çarşıya inip çıkmamız gerekirdi!) Önceden çok az aile, kızını ilkokula gönderirken, şimdi üniversitelerde okuyan çokça genç kızlarımız var. Bütün bunlar iyi, insani gelişmeler ama hâlâ “artık kadın ikinci sınıf değil” veya hâlâ “dayak artık yok” diyemiyoruz.
Kadının ezilmesini, onun ekonomik bağımsızlığını sağlayamamasıyla ve yüzyıllardır süregelen geleneklerle, kültürle açıklayabiliriz. Bu kültür ve gelenekler ise, insanoğlunun “mülkiyet ve sahip olma” döneminden sonra, yani sınıflar olarak bölünmesinden sonra yaratılmış ve sınıflar varolduğu sürece perçinleşmiştir. Kendinin ve çocuklarının karnını doyurması, giyimi, barınağı erkeğe bağlı olan kadının, özgür ve eşit olması imkânsızdır.
Ama ekonomik bağımsızlık da yetmez, yetişkin ve aklı yerinde bir kadının, yetişkin ve aklı yerinde bir erkekle aynı özgürlüklere ve karar olanaklarına sahip olabilmesi için varolan egemen kültürün de değişmesi lazım. Hem kadının hem erkeğin çalıştığı bir durumda evin işini de hem erkeğin hem kadının paylaşmasının doğal ve kabullenilir olması lazım. Bu bilincin vicdanının yaratılmış olması lazım. Erkeğin, paylaşmayı kadın için değil, en başta kendi vicdanı için yaptığını algılaması lazım. İşi paylaşmamayı, hakaret etmeyi, aşağılamayı, şiddet kullanmayı “erkeklik” değil, utanç duyulacak bir zalimlik olarak hissetmesi lazım. Başkasına eziyet etmeyi kendine yakıştırmaması lazım…
Bu dediklerimiz de, yani insanın alışkanlıklarının-kültürünün değişmesi de, ne yazık ki değişimlerin en zoru. Zor ama o kadar da insanı insan yapan, kötülüklerden arındıran bir çaba ve süreç.
“Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık”, Dr. Erdal Atabek’in yazdığı bir kitabın ismi. Memleketimizdeki kadın-erkek ilişkilerini anlatan daha çarpıcı bir söz bulunmaz herhalde. Doğduğundan itibaren toplum ve aile, erkek çocuğunun erkekliğini yüceltir, kışkırtır, kız çocuğunun kızlığını-kadınlığını bastırır, aşağılar. Mesela, sünnet törenleri vasıtasıyla erkek çocuğunun erkekliği yüceltilip onure edilirken, kız çocuğunun kadınlığa geçişi utanç ve ayıp vesilesi sayılır. Bu yüceltme ve aşağılama sadece çocukluk dönemiyle kalmaz, her dönemde sürer. “Erkeğe ‘hovarda’, kadına ‘orospu’ veya ‘erkek gibi’, ‘karı gibi, kılıbık’” ve benzeri günlük dilde kullanılan kelimelerinin vurguladıkları şeyler de hep kadını aşağılama ve eşitsizliği kalıcılaştırmadır.
Bu davranışlar ve düşünceler iliklere kadar işler ve hiç düşünülmeden yaşanır. Yani sadece “kötü” erkekler değildir kadını ezen. Toplumun genel olarak benimsediği yaşam tarzıdır söz konusu olan. Bu yüzden çok zordur değişmesi. Üstelik erkeğin iktidarını kaybetme korkusu da değişimi zorlaştırır.
Bunlar sadece Tut’a ve Tutluya mahsus değil. Sadece Türkiye’ye mahsus da değil. Yaşanılan çağla-zamanla ilgili bir şey. Sanayi öncesi tarım toplumundaki kadın Türkiye’de de, İsveç’te de aşağı yukarı aynı: İkinci sınıf ve ezilen.
Üretimin topraktan sanayiye, fabrikalara geçmesiyle eski aile düzeni de değişti, kadınların rolü de değişti, değişiyor. Kadınlar giderek toplumda da, iş hayatında da, eğitimde de, sosyal hayatta da, siyasette de erkeklerle daha eşit oluyorlar. Bu tabii kendiliğinden olmuyor. En başta bilinçli kadınlar olmak üzere, eşitlikten yana, adaletten yana olanların mücadelesiyle iyileşmeler oluyor. Ama hâlâ İsveç de dahil dünyanın her yerinde eşitlik için yapılacak daha çok şey var.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadının eşitlik mücadelesinin sembol günü. 1857’de Amerika’da, Şikago’da tekstil işçisi kadınların direnişi sırasında öldürülmeleri nedeniyle, onların anısına kadın mücadele günü olarak kutlanan bir gün. Önce, 1900 başlarında sosyalist ve kadın hakları savunucuları Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg’un önerisiyle sosyalist ve işçi çevrelerinde “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanıyor. Yanılmıyorsam, 1975 yılından beri de Birleşmiş Milletler kararıyla bütün dünyada “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya devam ediliyor.
Ezenle ezilenin olmadığı bir dünya dileği şimdilik sadece bir dilektir ama kendimizi değiştirmek ve hiç değilse ailemiz içerisinde ezen-ezileni ortadan kaldırmak kendi elimizdedir.
Sözünü ettiğimiz analarımız, bacılarız, eşlerimiz, çocuklarımızdır.
Göteborg, 8 Mart 2019
Tren Yolculuğu
TREN YOLCULUĞU
Oldu bitti trenler bana esrarlı, ilginç, görkemli gelirler. Çocukluğumda, içine yüzlerce yolcu, bir o kadar da yükü alabilen dev cüssesi; hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uzunluğu; çıkardığı homurtular, ritimli sesler ve kendisine has “tren düdüğü” ile sanki masal dünyasından, başka bir dünyadan geliyormuş hissi verirdi bana.
Sanırım ilk treni, ilkokulu bitirdiğim yıl Çukurova’ya pamuk toplamaya gittiğimizde görmüştüm. Osmaniye Ceyhan arasındaki Mustafabeyli köyünde, tren hattının birkaç yüz metre uzağında toplamıştık pamuğu. Çadırlarımız da tarlanın kenarındaydı. Her geçişinde, görünüşünden kayboluşuna kadar izlerdim treni. Yalnız ben değil, çocukların hepsi yapardı bunu.
Daha sonra, Kırşehir Öğretmenokulu’nda okuduğum yıllarda tren bizim en çok kullandığımız yolculuk aracımız oldu. Kırşehir’den önce otobüslerle Kayseri’ye ya da Ankara’ya, oradan da trenle Malatya üzeri Gölbaşı’na giderdik. Dönüşte de tersini yapardık. “Kurtalan Ekspresi” idi trenin adı. Son durağı Siirt Kurtalan olduğu için. Tut’tan on iki öğrenciydik Kırşehir’de okuyan. O zaman hem ulaşım araçları çok sınırlıydı hem de tren çok ucuzdu. Bu yüzden tren yolculuğu tercihten ziyade bir zorunluluktu.
Yolculuklarımız hep okulların tatil başlangıcı ya da bitişi zamanı olduğu için, trenler tıka basa dolu olurdu. Koridorda kendine ve valizine bir yer bulduysan ne mutlu sana! Malatya’ya kadar bütün yolu hiç kıpırdamadan ayakta geçirdiğimiz çok olurdu. Aşırı susuzluğumu, ağzımı trenin koridor penceresinin soğuk demir kenarlarına sürerek gidermeye çalıştığım zamanları hatırlıyorum.
Gölbaşı’na, Afrikalılar gibi simsiyah bir yüzle inerdik. Yol boyunca, tünellerden geçerken, açık duran pencerelerden içeri giren trenin kapkara dumanı bizi o hale getirirdi.
Çocukluğumun ve gençliğimin Türkiye’sinde, tren yolculuğu deyince aklıma gelen resimde bir renkli parça daha var: İstasyonlar ve satıcılar. Hemen hemen her yerde, çok özel, kendini bulunduğu kentin ya da köyün olağan görüntüsünden ayıran istasyon binaları ve ağaçları vardır. Yanılmıyorsam binalar Alman mimarisi ile yapılmış, ağaçları akasya ve selvi türleridir. Mesela Gölbaşı’nın en zevkli-güzel binası bence hâlâ istasyon binasıdır. (Geçen yıl gördüğümde “onarım” yapıyorlardı. Umarım betonlayıp berbat etmemişlerdir.)
İstasyonlarda üç beş dakikalığına duran trenlerdeki yolculara simit, ayran, su, çekirdek gibi şeyler satmaya çalışan satıcılar da sanki başka yerlerdeki sokak satıcılarına benzemezdi! Ne satarsa, trenin durduğu o üç beş dakika içinde satacaklardı. Bu işi, ya vagonlara ve kompartımanlara hızla bağıra çağıra girerek ya da pencerelerden sarkan yolculara dışarıdan yapmaya çalışırlardı.
Nedense hep kuşkuyla bakılırdı, çoğu küçük çocuk olan bu satıcılara; “Aman bir şeyimi kaptırmayayım! Aman dolandırılmayayım!” Oysa buz gibi soğukta, küçücük bedenleri tir tir titreyerek satmaya çalıştıkları birkaç simitten kazanacağı birkaç kuruşla evine destek olma, ya da okul harçlığı kazanma peşindeki zavallı çocukların kandırması ne olurdu ki?
Sabahattin Ali’nin “Bütün Eserleri-II” kitabında derlenmiş hikâyelerinden, “Ayran” isimli hikâyenin küçük Hasan’ının dramını okumanızı tavsiye ederim. Köylerinden iki saat kadar uzaklıktaki tren istasyonunda ayran satarak evdeki iki küçük kardeşine bakmaya çalışan on yaşlarındaki küçük Hasan’ın, bir bardak ayran bile satamadan istasyondan köye dönerken kar fırtınasına yakalanıp donmasını anlatıyor. Hâlâ, hikâyeyi hatırladıkça gözlerim doluyor.
Son birkaç yıldır, her Türkiye’ye gittiğimde bir tren yolculuğu yapmayı istedim. İki yıl önce, Gölbaşı’ndan Mersin’e giden tren saatini öğrenmek için gittiğim istasyonda, Gâvurdağı’nda kapanan bir tünel yüzünden, yaklaşık bir yıldır tren yolunun işlemediğini öğrendim. Devletin, dolayısıyla da halkın sahip olduğu bir kurum ancak bu kadar hor görülür!
Ama ben küçük hayalimi gerçekleştirmekten vazgeçmedim ve geçen yıl Gölbaşı’ndan Mersin’e unutamayacağım şahane bir tren yolculuğu yaptım! Bu yolculuğu da başka bir zaman yazarım. Herkese yazın bir tren yolculuğu öneririm.
Göteborg, 13 Mayıs 2006
Fırat Ekspresi
FIRAT EKSPRESİ
Ne zamandır bir tren yolculuğu düşünüyordum Türkiye’de. Şimdi nasıldı acaba? Son otuz yıldır hiç tren yolculuğu yapmamıştım memlekette. Zamanında kalkıp varmada, temizlikte, serviste, yolcu profilinde bir değişiklik olmuş muydu?
Öğretmen okulundan 30 yıldır görmediğim bir arkadaşımla görüşecekmişim gibi heyecanlandırıyordu bir Gölbaşı-Mersin tren yolculuğu. Daha çok geçmiş anıların doğurduğu bir istekti bu. Ama aynı zamanda memleketi trenden izleme keyfi: Gölbaşı göllerini Pazarcık (Karakaya) barajına bağlayan Aksu çayını, Nurhak dağlarını, Pazarcık ovasını, Gâvurdağı’nı ve Ahmet Arif’in şiirinde
“Çukurovam, kundağımız, kefen bezimiz.
Kanı esmer yüzü ak,
sıcağında sabır taşları çatlar,
çatlamaz ırgadın yüreği”
mısralarıyla tarif ettiği; hemen her Tutlunun anılarını saklayan Çukurova’yı tren penceresinden seyredecektim.
Yolculuktan iki gün önce Gölbaşı Garı’na uğramış ve hattın çalıştığını öğrenmiştim. Bir önceki yıl Gâvurdağı’nda bir tünelin kapanması sonucu Malatya – Adana tren seferleri bir yıldan fazla durmuştu.
Gideceğim gün, kalkıştan yarım saat önce bilet almak için istasyona gittiğimde öğle saatleriydi. Kimsecikler yoktu ortalarda. Binanın şehre bakan tarafındaki meydana, yapay ağaç gövdelerinden ve yapay taşlardan yapılmış çirkin mi çirkin bir “meydan fıskiyesi”ni gördüm. Güya, dağlı-tepeli-ağaçlı bir yerde şırıl şırıl sular akacak ve böylece onu seyreden stresli Gölbaşı sakinlerinin içi ferahlayacak!
“İnsan nasıl bu kadar çirkin yapmayı becerebilir?” diye söylendim kendi kendime. İstasyon binasına da yapı iskelesi kurmuşlardı ama bir şeye başlamamışlardı henüz. “İnşallah bu güzelim gar binasını da şu fıskiyeye benzetmezler” dedim.
Zaman tabelasına yeniden bakıp içeri girdim. İçerisi hayli serindi. Gişedeki orta yaşlı DDY (Devlet Demir Yolları) personeli üniformalı adamdan Mersin bileti istedim. “Buradan Adana’ya kadar verebiliriz, orada yeniden alırsın” diyerek bileti uzattı: Domino taşına benzeyen kalın mukavvadan 2×5 cm ölçülerindeki otuz yıl önceden bildik tren biletiydi. 34193 sayılı TCDD Gölbaşı-Adana bileti altı milyon liraydı ve üzerine kırmızı renkle “FIRAT EKSPRESİ” damgası basılmıştı. (Bileti saklıyorum).
Ben çıkıyorken içeriye 30 yaşlarında, iriyarı sayılabilecek cüssede, sakalları iki üç günlük, fakir giyimli bir genç girdi. Biraz sonra da elinde bilet, söylenerek dışarı çıktı. Trenin gelmesine yakın birkaç kişi daha belirivermişti orada burada. Nihayet, geçit sinyal sesleriyle ve kendi gürültüsüyle geldi “Fırat Ekspresi”. Biletler numarasızdı, önümde duran vagona çıktım, içeride benden daha yaşlı üç yolcunun bulunduğu kompartımana girdim, onları selamladım, valizimi yukarıya yerleştirdim ve oturmadan koridora çıktım. Bir koridor penceresini indirdim. Böylece, yolculuk boyunca en çok olacağım yerime yerleşmiş oldum. Çok fazla yolcu yoktu. Tren hareket ettikten biraz sonra, istasyon gişesi çıkışında karşılaştığım adam, yine kızgın kızgın söylenerek arka vagondan gelip yandaki pencereye dayandı.
-Merhaba, dedim dostça.
-Merhaba, diye cevapladı pencere komşum. Gözucuyla baktım, bayağı canı sıkkın görünüyordu. Öğretmenlik yaptığım Gölbaşı- Yukarı Nasırlı köyünün gariban gençlerini anımsattı. Yörenin insanı olduğu belliydi.
– Seni niye kızdırdılar böyle? diye gülümseyerek sordum.
– Kondüktörle atıştık.
– Neden?
– Kontrolden sonra gözünün önünde bileti yırttım. O yüzden.
– Niye yırttın ya?
– Biletlere gıcığım var.
– Bari adamın gözünün önünde yırtmasaydın.
– Hususi yaptım. Kafam bozuktu. Biletleri yine pahalılaştırmışlar.
Bu arada tren şehri çıkmış, Balkar köyü önündeki gölün yanından geçiyordu. Koridorun penceresi Nurhak dağı tarafındaydı. Göl, sazlık, tarlalar, bağlar, fıstık bahçeleri ve dağ silsilesi olağanüstü güzellikteydi. Pencereden trenin ön ve arkasını, kıvrılarak hızla akmasını seyretmek de tren yolculuğu anılarımın bir parçasıydı ve şimdi o seyrin tadını çıkarıyordum.
– Benim adım Hamza, dedim elimi uzatırken kızgın pencere komşuma.
– Benimki de Memet.
Memet, civar köylerden birisinden olduğunu, çocukluğunun buralarda, Aksu çayının kıyılarında çobanlık yaparak, kum yükleyerek geçtiğini, bir dönem Kıbrıs’ta bulunduğunu, burada inşaatlarda çalıştığını, memlekette herkesin herkesi kandırmaya uğraştığını, şimdi işsiz olduğunu, ikinci evliliğini yaptığını ve üç çocuğu olduğunu anlattı. Pazarcık ile Nurdağı arasındaki Kömürler’e kadar yol arkadaşımdı. Orada oturuyormuş.
Bir ara, Aksu kıyısı boyunca fışkırmış yeşil çınar ve kavak ağaçlarını göstererek,
-Tam kesilecek olmuşlar, dedi.
-Yazık değil mi, niye keseceksin? diye sorduğumda, yaramaz bir çocuk gibi gülümseyerek baktı sadece.
Tren Pazarcık’a yaklaşınca huzursuzluğu yeniden belirdi Memet’in.
– Kondüktör bileti sorarsa pencereden dışarı atarım onu, dedi birdenbire.
– Memet, eğer her kafanı bozanı pencereden atsaydın şimdi burada olmazdın, dedim gözünün içine bakıp gülümseyerek. Sonra sordum,
-Ne, hayır mı?
– Pazarcık’ta yeniden bilet kontrolü yapıyorlar abi. Ben de bileti yırttım. Kondüktör dan dun ederse ne yapayım?
Şimdi anlamıştım Memet’in huzursuzluğunu ve bileti niçin yırttığını: Büyük ihtimalle parası olmadığı için Gölbaşı’ndan en yakın durağa en ucuz bileti almıştı ve kandırma ancak Pazarcık’taki kontrole kadar sürebilirdi. Sonra ne yapacaktı. Kondüktöre, “Biletim vardı ama yırttım, hem de yanında. Görmedin mi?” demenin bir faydası olacak mıydı?
Ben dostça yüzüne bakarak,
– Memet huzursuz olmana gerek yok. Pazarcık’a varır varmaz sen hemen inecek ve Kömürler’e kadar bilet alacaksın. Al şunu.
– Yok abi, olur mu ya? Ben hallederim.
– Tabii ki halledersin. Ama biz de dost olduk değil mi? Bir dostuma küçük bir yardımda bulunmak istiyorum. Al hadi bunu ve dediğimi yap.
Tren birazdan durdu. Pazarcık’a gelinmişti. Memet indi, bileti aldı geldi. Tren hareket edip kondüktör biletleri sorduğunda da gösterdi bileti. Ama bu sefer yırtmadı karşısında.
Pazarcık’tan çıktıktan hemen sonra Karakaya Barajı’nın yanından geçerken, Memet, baraj suyunun içindeki küçücük adayı göstererek,
– Burada muhakkak hazine var abi, dedi. Epey arandı bulunamadı ama muhakkak var. İyi alet lazım. Çok derinleri gösteren ve sadece altınlara öten bir alet. Almanya’da varmış. Hazineyi çıkarıp orada satacaksın! Hemen başında. Orayı burayı dolandırırsan boku çıkar. Az çok demeden bulduğun yerde satacaksın. Al gülüm ver gülüm…
Biraz suskunluktan sonra devam etti Memet:
-Ben az hazine aramadım abi.
Ne diyebilirdim ki Memet’e? Bütün bir ömrü boyu başına musallat olmuş yoksulluğundan kurtulmasını belki de sadece bu umuda bağlamıştı.
Kömürler’e varana kadar Avrupa’dan, Türkiye’den, dünyanın halinden konuştuk. Tren durmak için yavaşladığında tokalaştık, “eyvallah”laştık. Memet inmek üzere kapıya yönelirken ben de içeride oturan diğer yol arkadaşlarımı selamlayarak kompartımana girdim.
Tren birazdan Gâvurdağı’na doğru tırmanmaya başlayacaktı.
Hamza Demir
29 Ocak 2007
Tefik Şıhov ve oğlu Baba Halit
TEFİK ŞIHOĞ VE OĞLU BABA HALİT
Şıhoğ emmim, babamın tek erkek kardeşi Tevfik emmimin yedi erkek çocuğunun en büyüğüydü.
Bence Şıhoğ emmim, nam-ı diğer Tefik Şıhoğ, Tut’un gelmiş geçmiş en renkli siması, en güzel insanlarından biriydi.
Üstüne yok bir marangoz ustası, üstüne yok bir rakı içiciydi…
Öyle sanıyorum ki, Şıhoğ emmimi özel yapan, onun maddiyat ile olan ilişkisiydi. Paraya ve mülkiyete dayanan bu toplumda onun para ve maddiyatla problemi vardı. ‘Yarının tedbirini alayım, para biriktireyim, planlı harcayayım, gelirimi giderimi hesaplayıp ona göre davranayım, kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyeyim’ gibi düşünceleri yoktu. Hani bazı insanlar için derler ya, “Bulduğu gün bayram, bulmadığı gün Ramazan!” Emmimin yaşam tarzı bu genellemeden biraz daha ileri olanıydı.
Aynı durum oğlu Halit -Baba Halit- için de geçerli.
O da babası gibi usta bir marangoz, o da rakıcıydı (şimdi iyice azalttı), o da Tut’un en renkli simalarından, o da “bulduğu gün bayram bulamadığında ramazan” biçiminde yaşıyor.
Rahmetli emmoğlu Kadir bir sohbetimizde abisi Halit için şöyle demişti:
“Diyelim ki benim 100 liraya ihtiyacım var. Abimin yanına gittim ve ‘Paşa benim 100 liraya ihtiyacım var’ dedim. O hemen elini cebine sokar, cebinde ne kadar varsa çıkarır avucuma koyar. Ne, ne kadar olduğuna bakar, ne, ne yapacağımı sorar, ne de ne zaman geri vereceğimi sorar.
Oysa abim gelip benden 100 lira istese, benim cebimde 100 liram varsa ‘50 liram var’ derim, onun da yarısını veririm. Çünkü ben hem benim ve evin ihtiyacını düşünürüm, hem de abimden paranın geri gelmeyeceğini bilir, geri almamak üzere vermek için 25 liranın gerçekçi olduğunu düşünürüm.”
Bir başka sohbetimizde de Kadir yine abisi Halit’i anlatırken şöyle bir olayı anlattı:
Kahvenin önündeki yolda duruyorlarken birisi elinde bir ayakkabı kutusu ile geliyor ve kutuyu Halit’e verirken “Bunu sana filan arkadaşın hediye olarak gönderdi” diyor. Halit kutuyu açıyor, bir çift kundura. Sağına soluna baktıktan sonra orada ayağına deniyor. Ayakkabı ayağına küçük geliyor. Bu sırada oradan birisi geçiyor. Halit ona dönüp “Kaç numara ayakkabı giyiyorsun la” diye soruyor. O da ayakkabı numarasını söylüyor. Tam da kendisine verilen ayakkabının numarası. “Al şunları giyin” diyor ve adama ayakkabıları veriyor. Ne para ne başka bir şey karşılığı. Bir şey karşılığı vermediği gibi, “bana gelmedi ama belki bizim çocuklardan veya yeğenlerden birisinin ayağına gelir, saklayayım” diye de düşünmüyor, ilk rastladığına veriyor.
Şıhoğ emmim ile oğlu Baba Halit’in nasıl değişik insanlar olduklarını ve mülkiyet ile ilişkilerini çok iyi anlatan bir olayı da emmoğlu Halit’in kendisi anlatmıştı.
Halit’in ekonomik olarak zorluklar yaşadığı bir dönemde, kendisini çok seven bir arkadaşı, yaşadığı İsviçre’den Halit’e “Bununla biraz kereste al da iş yap” diye bir miktar para gönderiyor. Para gelince çevresindeki “âlemciler” etrafını sarıyor ve onlarla birlikte doğru Mersin’e gidiyorlar ve parayı birkaç gün içinde gazinolarda, pavyonlarda yiyorlar. Tamtakır geri dönüyor Tut’a. Bir süre sonra bu durumu parayı gönderen arkadaşı duyuyor, çok kızıyor ve kendi anasına haber gönderiyor. “Git şu kadar parayı Halit’ten iste, hemen versin” diyor. Arkadaşının anası gelip söyleyince Halit çok pişman ve mahcup oluyor. O ara Tut’a bağlı bir köyde bir çatı işi çıkıyor. Orada kardeşiyle çalışıyor ki, parayı kazana da arkadaşının borcunu vere.
Köyde çalışıyorken bir gün bir malzeme lazım oluyor. Onu getirmek için motosikletiyle Tut’a gidiyor.
Devamını kendisi şöyle anlatmıştı:
“Sıcak yaz günü. Motosikletle düşünceli düşünceli Tut’a doğru sürüyorum. Bir ara gözüme bir parıltı geldi. Baktım ki yolda bir şey ışıldıyor. Yaklaştım ki altınların dizildiği bir kolye. Bir ipe bir altın bir kara boncuk, bir altın bir kara boncuk… böyle dizilmiş. Durdum, altın kolyeyi aldım gömleğimin cebine koydum, yoluma devam etmeye başladım. Daha çok gitmemiştim ki arkamdan iki taksi (otomobil) geldi, bana işaret ettiler, durdum. Bana ‘Yav hemşerim bizim gelin altın kolyesini düşürmüş bu yoldan gelirken, görmedin mi?’ dediler. Ben de hemen elimi gömleğin cebine soktum, altını çıkardım, ‘Aha altınınız burada’ deyip verdim altınlarını. Çok sevindiler, kimlerden olduğumu sordular. Tevfik Usta’nın torunu, Davut’un yeğeniyim deyince, ‘Ooo, bizim ahbaplarımızın yakınıymışsın, seni bırakmayız, illa bizim köye gidip bir şeyeler yiyeceğiz’ deyip geri birlikte köylerine götürdüler. Bir oğlak kesip ağırladılar. Sonra da bana canlı bir çebiş (oğlağın büyüğü) verdiler, motosiklete binince sırtıma bağladılar. Çebiş arkamda bağlı, ‘Meee meee’ diyerek akşama doğru Tut’a geldim. O zaman Tut’taki köy evimizde oturuyoruz. Çebişi bizim eve yakın olan Tevfik babamın kavaklığına bağladım, çatı yapımında ihtiyacım olan eksiği karşılamak için çarşıya çıktım. İşimi bitirip akşam eve geldim ki evde büyük bir tencerede kelle pişiyor. Nermin’e (eşi) ‘Bu ne?’ dedim. O da ‘Sen gittikten sonra babam (Tevfik Şıhoğ) geldi, kavaklıkta bağlı çebişi görünce ‘Bu kimin?’ dedi. Ben de ‘Halit getirdi’ deyince, çebişi çözdü götürdü. Sonra da bu kelleyi göndermiş pişireyim diye. Kendisi de arkadaşlarıyla rakı içeceklermiş’ diye olup biteni anlattı.”
Başka söze gerek var mı?
Ya da Müslüm Gürses’in dediği gibi “Anlatabildik mi… hikâyeyi?”
Şıhoğ emmimi özlem ve sevgiyle anıyor, emmoğlum Halit’e sağlıklı ve uzun ömür diliyorum.
6 Mart 2021
Tut’un Devrimcileri
TUT’UN DEVRİMCİLERİ
Ne zamandır, Tut’un yakın tarihinde, özellikle 70’li yıllarda, belirgin ve aktif bir grup olarak öne çıkan DEVRİMCİLER’i yazmak istiyordum. Böyle özgün bir grubu hangi koşullar ortaya çıkarmıştı? Türkiye’nin, bölgenin ve Tut’un tarihsel, siyasal, toplumsal koşulları nasıldı o dönemde? Ne yapmak istiyorlardı? Rüyaları neydi? Ne yaptılar, nasıl yaptılar?
Bütün bu soruları, o grubun içinden biri olarak, ama mümkün olduğu kadar tarafsız olmaya çalışarak yazmaya çalışacağım. Ve tabii ki yazdıklarım benim bildiklerimle ve bakış açımla sınırlı.
O dönemin koşullarını uzun uzadıya yazmaya niyetim yok. 70’li yıllardaki umumi manzara kısaca şöyleydi: Türkiye iki darbe yaşamış, ABD’nin Türkiye’deki etkisi artmış, zengin-yoksul arasındaki uçurum derinleşmiş, Dünyadaki 68-isyanının ve sosyalist devrimlerin dalgaları Türkiye’ye de ulaşmış, işçi ve öğrenci hareketleri siyasallaşarak iktidarları zorlamaya başlamış, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) gibi radikal devrimci örgütler kurulmuş, Deniz Gezmiş ve diğer birçok devrimci idam edilmiş-öldürülmüştü.
Malatya-Adıyaman çevresinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurduğu THKO faaliyetlerini artırmış, Gölbaşı’nın Nurhak dağlarında Sinan Cemgil ve arkadaşları öldürülmüş, daha sonra bölgeye yeniden örgütlenmeye gelen Teslim Töre liderliğindeki THKO yöneticileri karargâhlarını, Tut’a yakın köylere kurmuşlar, örgütlendikleri köylerde “komünal yaşam” denemesi yapıyorlardı.
Tut’a gelince,1970 başlarında Tut’a önce elektrik, sonra televizyon geldi; yaklaşık üç bin nüfuslu bu yoksul kasabanın yüzlerce “okuyanı” olmuştu; yaz aylarında nüfusun yarıya yakını Çukurova’ya ırgatlığa gidiyordu; kasabada zengin denilebilecek kimse yoktu; yoksulluk paylaşılıyordu.
Böylesi koşullarda, Tut’taki “okumuşlar”ın bir kesimi, özellikle öğretmenler, dünyada, ülkede ve bölgede gelişen politik olaylara ilgi duydu, bazıları THKO’nun mücadelesinden doğrudan etkilendiler.
Mahmut Tutuş, Mustafa Yılmaz, Abuzer Demir isimleri önde olmak üzere, Tut’un ilk DEVRİMCİ grubu 1970 başlarında kendilerinden bahsettirmeye başladılar. Bu ilk devrimci çekirdek, halk arasında propaganda, bölgedeki mitinglere katılma, öğretmenler boykotu örgütleme gibi faaliyetler sürdürdüler.
Daha sonra bu grup genişlemeye başladı ve 1976’da “TUT KÜLTÜR DERNEĞİ”ni kurdu. Dernek yöneticileri Mehmet Karakuş, Mahmut Karakaplan, Nevzat Yücel, Hüseyin Aslantaş, Mesut Yapıcı, Hüseyin Güçtekin, Ahmet Ayaz ve Mehmet Orhan’dı. Derneğe açılış gecesi jandarma tarafından baskın yapıldı ve bütün yöneticiler tutuklanarak cezaevine gönderildiler. Mahmut Tutuş ve Abuzer Demir de “Komünizm propagandası yapma” suçlamasıyla diğerleriyle birlikte Besni, Adana ve Adıyaman cezaevlerinde yattılar. Böylece Tutlu devrimciler ilk cezaevi deneyini yaşadılar.
Daha sonra Tut’un devrimcileri çoğaldı ve çeşitlendi. En yaygın ve güçlü olan sol grup “EMEĞİN BİRLİĞİ” adıyla bilinen gruptu. Emeğin Birliği, THKO’nun devamcılarından olan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu-Mücadele Birliği örgütünün yasal yayın organıydı. (Daha sonra bu örgüt, 1980 Nisanında, Adıyaman dağlarında gizli olarak yaptığı ilk büyük kongresinde Türkiye Komünist Emek Partisi adını almıştı.)
1978’de GENÇ EMEKÇİLER BİRLİĞİ derneği kuruldu Tut’ta. Kurucuları ve yöneticileri Mahmut Sarıcı, Kamil Karakuş, Bayram Akbıyık ve Sabit Yücel’di. Daha çok gençlerin buluşma yeri olan ve zaman zaman seminerler-tartışmalar düzenleyen derneğin 50-60 dolayında üyesi ve çok sayıda destekçisi vardı.
Peki amaçları neydi devrimcilerin? Onlar sosyalisttiler. Yani, eşitsiz, adaletsiz, yıkıcı ve bencil kapitalizme karşı çıkıyorlar; adaletli, eşitlikçi, barışçı ve dayanışmacı olan sosyalizmi kurmak istiyorlardı. Ağalara ve kapitalistlere karşı, işçinin ve yoksul köylünün yanında yer alıyorlardı. Faşizme, şeriatçılığa, milliyetçiliğe karşıydılar. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, “Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak”, “Kahrolsun emperyalizm” şiarları, onların politik görüşlerini özetliyordu. “Fakirlik-eşitsizlik kader değildir” diyorlardı. Irkına, cinsiyetine, dinine bakmadan bütün insanları eşit kabul ediyorlardı. Rüyaları, savaşsız, sömürüsüz, herkesin eşit ve insanca yaşadığı bir düzen kurmaktı.
Tut’un devrimcileri, kitap ve gazete okuyor, okumayı yaygınlaştırıyorlar, seminerler düzenleyip birlikte tartışıyorlardı. Dünyanın öbür ucundaki bir halkın davası da, kasabalarındaki ırgatlık da ilgilendiriyordu onları. Irgatların yaşamını konu alan bir tiyatro oyunu bile hazırladılar kendi kendilerine, aylarca çalışarak. Ama sahneye koymaları, Besni Kaymakamlığı tarafından yasaklandı! Yoksul köylülerin tarla-takım işlerine yardım ettiler, bölgedeki sistem karşıtı gösteri ve mitinglere katıldılar. Tut’ta eski bir alışkanlık olan kumarın giderek ortadan kalkmasında da devrimcilerin büyük katkısı oldu.
Devrimciler halkı ve emekçiyi yücelttiler, onlara diğer politikacılar gibi tepeden bakmadılar. Silahlı ve örgütlü güçleri olduğu halde, şiddetten kaçındılar ve güçlerini halka karşı kesinlikle kullanmadılar, güç gösterisi yapmadılar. Halka zorla bir şey yaptırmaya kalkmadılar. Kişisel çıkar peşinde asla koşmadılar.
O dönemi anlatırken, kaybettiğimiz iki kişiden de bahsetmeliyim: Öğretmen olan Mahmut Ünal arkadaşımız, 1978 Maraş katliamında faşistler tarafından katledildi, ölüsüne bile ulaşılamadı. Mehmet Orhan, Antep’te öğrenciyken, 1980 Martında bir olay sırasında öldürüldü. Devrimciler en büyük darbeyi ise 12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlüğü döneminde aldı. Onlarcası tutuklandı, aylarca işkence gördü, yıllarca hapiste yattı, bir kısmı işinden oldu, bir kısmı yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Mahmut Dağ, Bayram Sarıcı, Mehmet Çakır, ben, Mahmut Kilic, Ramazan Aslan, Ramazan Çakır, Mehmet Acar, Mehmet Alan, Şıhali Çoban, Mehmet Kaymak, Ali Avşar, Mehmet Karakuş, Ahmet Karakuş… ve daha niceleri aylarca Pirin’de işkence gördükten sonra Adıyaman ve Mersin cezaevlerinde aylarca-yıllarca yattılar. Burada, cezaevinde yatan Tut dışındaki Tutlu devrimcileri saymıyorum. Ülkenin değişik yerlerinde devrimci mücadeleye katılmış Tutlular vardı ve bunlardan biri olan Mehmet Ertürk, Türkiye’deki sosyalist hareketin öncülerinden biriydi. O zamanki Devrimci İsçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) genel yönetimindeydi ve MADEN-İŞ sendikasının genel sekreteriydi. Ayrıca, Tut’taki devrimci grubun en ön sıralarında yer almış Nusret Demir, Ömer Sarı, Mehmet Karakaplan gibi isimlerin yanında sayılabilecekler dışında, o dönemde mitinglere, eğitim çalışmalarına vb. katılan onlarca devrimcinin adlarını yazmak da mümkün olmadı buraya.
70’li yıllarda Tutlu sosyalistlerin yaptıklarının önemli siyasi sonucu, Tut’ta siyaset deyince akla gelen ve sülale-akraba ilişkilerine ve onların iktidar mücadelesine dayanan Adalet Partisi – Cumhuriyet Halk Partisi çekişmesinin dışında bir üçüncü DEVRİMCİLER alternatifinin yaratılmasıydı. Toplumun sorunları ve çözüm yollarını kapsaması gereken politikanın kendisinin hiç konuşulmadığı, onun yerine filana karşı falanı tutmaya dayanan kasaba politikacılığının tersine, devrimciler, dünya ve ülke sorunlarını dillerinin döndüğü kadar tartışıyorlardı. Bir üçüncü güç olarak devrimciler, 77 seçimlerinde CHP adayı Memet Avşar’ı şartlı destekledi, seçimlere aktif katıldılar, seçimin kazanılmasında belirleyici rol oynadılar, Belediye Meclisine temsilcilerini soktular.
Grup, Tut’taki sosyal değişimin de bir sonucu ve aktörüydü.
Kapalı ve yüzlerce yıllık geleneklerle yaşayan kasaba halkı, elektriğin, televizyonun, okumuşluğun etkisiyle, yeni şeylerle tanışıyor ve o yenilere karşı duruş oluşturmaya çalışıyordu. Devrimciler, bu yeninin cevabı olmaya aday olarak öne çıkıyorlardı. Toplum kültüründe belirleyici ağırlığı olan din olgusunu tartışmaları, yoksulluğu ve adaletsizliği kader görmeyip isyan etmeleri, kılık-kıyafetlerinin başkalığı (ispanyol paça pantolon, uzun favori), dinledikleri müziğin kısmen farklılığı, onları, kasabadaki yeninin temsilcileri yapıyordu. Var olanı-eski olanı reddetmek, kasabanın “büyüklerine” kafa tutma anlamına da geliyordu.
Bu son anlattıklarım, o dönemde yaşanan toplumsal-sosyal değişimde devrimcilerin diğer bireylerden farklı olarak gösterdikleri tepkilerdi. Bu “fark”ın, bu “yeninin temsilcisi olma”nın gerçek boyutu neydi? Bunlar derin ve köklü değişimler miydi, yoksa yüzeysel, şekilsel miydi? Bunu anlamak için birkaç örnek vermeliyim: Mesela ben, babamın inandığı dini sorguluyordum ama, onun yerine koyduğum “Marksist düşünce” ile olan ilişkim, babamın kendi diniyle olan ilişkisinden farklı mıydı? Pek de farklı değildi! Onun için Kur’an ne kadar tartışılmazsa, benim için de Marksist teori tartışılmaz doğruydu. Onun için Muhammed ne ise benim için de Marx ve Lenin öyleydi. (Burada işaret etmeye çalıştığım, bizim o zaman algılamamızda olan “eski’lik-değişememe durumu” elbette, yoksa teorinin kendisi değil). “Kadın erkek eşittir” diyordum ama, günlük yaşamda babamdan çok mu farklıydım? Hayır! Demokrasiden bahsediyordum ama, benim gibi düşünmeyenlere, babamdan daha fazla mı hoşgörülüydüm? Hayır! Bir dönem “komünal yaşam deneyi” yapılan köyün insanları, şimdi, devrimci olmayan diğer komşu köylülerinden farklılar mı? Mesela bir su sorunu olduğu zaman bunu öteki köylülerden daha mı değişik ele alıp çözüyorlar? Hayır!
O dönemde yaşananların sonuçlarına otuz-kırk yıl sonra bakıldığında, değişimin aslında yüzeysel olduğu, esasında, içinden gelinen toplumun temel veri ve değerlerinin devrimciler tarafından da aynen taşınıldığı rahatlıkla görülür. Bu “değişimdeki yüzeysellik”, o zamanki yaşananları ve yapılanları önemsiz kılmaz. Ama, bunu bilmek, şimdiki durumu anlamamıza yardımcı olur.
Başka türlü olması mümkün müydü?
Bence değildi. O dönemde yapılanları o zamanın özgül koşullarında ve bizlerin o dönemdeki yaşımız, hayat deneyimiz, bilgi ve kültürel donanımımıza göre düşünüp değerlendirmeliyiz. Yoksa haksızlık yapmış oluruz. Bence en önemlisi de NİYET. Tutlu devrimcilerin niyeti haksızlığa ve sömürüye karşı olmak, haklının, ezilenin yanında yer almaktı. Aslolan budur. Bunu da ellerinden geldiği kadar, bildikleri kadar, tertemiz, saf yürekleriyle, kişisel çıkar düşünmeden yapmaya çalıştılar.
Kısa bir yazı ile, Tut için çok özel denilebilecek bir dönemin resmini çizmeye çalıştım. Bu resmin elbette ki başka bilgi ve bakış açılarıyla geliştirilmesi gerek. Bu, hem yerel tarih bilincimizin oluşması için, hem de gelecek kuşaklara bilgi aktarmak için gerekli.
Son olarak şunu söylemeliyim ki, kendi adıma, o dönemdeki bir devrimci olarak yaptıklarımdan hiçbir zaman, hiçbir koşulda en ufak bir pişmanlık duymadım. Ve hep gülümsemeyle – gururla anımsıyorum o zorlu ama bir o kadar da keyifli; ciddi ama bir o kadar da çocuksu ve coşkulu mücadele dönemini. Belki de bu yüzden hâlâ sosyalistim ve mücadeleye İsveç koşullarında, buradaki sosyalist hareket içerisinde devam ediyorum.
O dönemde omuz omuza birlikte mücadele verdiğimiz, en başta o zamanki partili yoldaşlarım olmak üzere, bütün devrimci arkadaşlarımı saygı ve sevgiyle anıyorum.
Tut’ta yitip gidenler
TUT’TA YİTİP GİDENLER
Babamın kuşağının gitmesiyle birlikte bir dönem, bir yaşam tarzı kayboluyor. Sözkonusu olan, belki de Tut’un kurulduğundan bu yana süren (500 yıl?) bir kültür: Kerpiçten yapılmış küçücük bostan ve köy evleri, toprak çamurla ev sıvama ve çarpılama, dam loğlama; ‘hekat hekat hengiloz iki sıçan biri boz’ tekerlemesiyle başlayan hekatlar/masallar, kışları evlerde çocukların yanyana oturup ayaklarını uzatarak oynadıkları ‘il pil pilmeden delme sülük delmeden…’ oyunu, cindi-dışbudak gallesi, gızıları bas çatlasın bilgi yarışması, korucu kaçak; kadınların kışın evlerde sırasıyla şahre (şehriye) dökmesi; bayramlarda iki cep dolusu şeker toplama; iki nar bir gozalakla hasta görme, büyüklerin kararlaştırdığı evlilik, düğünlerde ‘Arep oyunu’; Urfa yazılarına eşeklerle gidip dutla buğday değişme, Adana’da ırgatlık, paylaşılan yoksulluk… Yerleşik ve büyük ailenin içinde ‘sigortalanmış’ ihtiyarlık…
Kerpiçten evlerin yerini beton evler, hekadın (masalın) yerini televizyondaki pembe diziler-çizgi filmler, cindi veya korucu kaçağın yerini bilgisayar oyunları aldı. ‘Bayram şekerini artık köylüklü çocuklar topluyor’ dedi Ayşe bacım. Düğünleri müzik gurupları yapıyor çoktandır. Urfa-Adana yerine Mersin veya İsviçre’ye gidiliyor ekmek parası için…
Bütün bu değişiklikler iyi mi kötü mü tartışılabilir. Ama iyi ama kötü, biri (eski) yok oluyor ve onun yerini öteki (yeni) alıyor.
İyi ama ya büyük ailenin içinde halledilen yaşlı bakımının yerini ne alıyor?
Bir tarafı Mersin’e bir tarafı İsviçre’ye dağılmış ailenin kenarına savrulan ihtiyara kim bakıyor, nasıl bakıyor?
Değişim sadece Tut’a mahsus değil elbette, değişim her yerde ve her zaman var.
Avrupa da bu değişimi toplum olarak yaşamış. Onlar, sanayi öncesi ailenin yaptığı yaşlısına bakım işini sanayileşmeden sonra sosyal devleti kurarak ona devretmişler. Tabii ki bu iş kolay ve birdenbire olmamış. Talep edilmiş, mücadelesi verilmiş, kafa yorulmuş, denenmiş. Ama sonunda eskisinin yerine yenisi konmuş.
Ne yazık ki memleketimizde bu mesele hâlâ çözülemedi. Ne devlet, ne Belediye, ne de bizler (kişiler-dernekler-vakıflar-kooperatifler) bir adım atmış değiliz.
Bütün ihtiyarlarımız, bakıma muhtaçlarımız ortada mı kalıyor? Belki değil ama gel bir de bakıma muhtaçlara ve onlara bakanlara sor.
Her yaşlı yaşamının son dönemini ortalarda kalmadan, zaruri bakım ihtiyaçları az çok karşılanarak, çoğunlukla memleketinde -doğup büyüdüğü, belki de bütün ömrünü geçirdiği yerde- geçirmek ister. Ama imkânı varsa, ama kendi yaşamını, aile düzenini alt-üst etmeden. Bu da her zaman mümkün olmaz. İsviçre’de yaşayan bir evlat istese bile Tut’taki anasına-babasına-büyük anasına/babasına ne kadar bakabilir? Onların günlük ihtiyaçlarını ne kadar karşılayabilir? Yalnızca maddi destek her zaman yeterli olmaz. Birilerinin onları günlük yedirmesi-içirmesi-temizlemesi gerekiyor.
Hepimizin yaşlısı var ve hepimiz yaşlanacağız (Eğer yaşarsak).
Bu sorunu devlet ve belediye çözmüyorsa bizlerin bir çare bulması lazım. Elbette onların da desteğini almaya çalışarak.
Nasıl yapabiliriz bunu?
Bir şey ihtiyaçsa ve tartışılır ise mutlaka çare de bulunur.
O zaman bir tartışma açarak başlayabiliriz işe.
Tut’ta, Mersin’de, Tutlunun bulunduğu her yerde değişik biçimlerde -ilgilenen kişilerle dergide, derneklerde, belediyede, internette- tartışabiliriz. Bu konuyla ilgili her türlü düşüncelerimizi rahatlıkla söylemeli ve yazmalıyız. Böyle bir şey gerçekten ihtiyaç mı, kimlerle nasıl başlanabilir, nasıl parasal kaynak bulunur, belediyenin ve devletin ilgili kurumları nasıl katkı yapabilir, Tut’un potansiyeli nasıl harekete geçirilir? Bütün bunları tartışmalıyız.
Tut’ta böyle bir kurumun ilk adımları atılırken, pratik zorlukların yanında bazı tepkiler de gelebilir. ‘Ayıp değil mi, el ne der’ gibi.
Bu tür tepkileri dinlemek, anlamak ama abartmamak gerekir. Çünkü doğru yapılan bir şeyin eleştirisi çoğu zaman hiç bir şey yapmayanlardan gelir. Hem yanlış olan yaşlılarımıza elbirliğiyle yaratacağımız bir kurumun bakması değil, onların hayatlarındaki son dönemlerini huzurlu ve güvenli bir şekilde geçirememeleridir.
Değişim hayatı kolaylaştırıyorsa ve daha insancıl, daha güzel kılıyorsa iyidir. Böyle olmasını sağlamak da çoğunlukla insanların kendi ellerindedir. Sadece yakınmakla hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimiz ise ortada. Gelin değişime müdahale edelim. Yaşlımıza şimdiye kadar bakan büyük aile ortadan kalkıyorsa ve bunu hiçbir şekilde engelleyemeyeceksek, onun yerine yaşlılar için bir bakımevi kuralım.
Bu yazının böyle bir adımın başlangıcı olması dileğiyle.
Göteborg, 27 Şubat 2002
Ulupınar Çocukları-2
ULUPINAR ÇOCUKLARI 2
Emmoğlu Kadir’in ardından
Ulupınar biraz daha ıssızlaştı. Bir kişi daha azaldık.
Kadir’i de yitirdik… Şıhoğ emmim ile Gelinbacımın oğlu; Zeynep’in Halit’in, Aysel ve Ahmet’in kardeşi Kadir’i; Komşumuz Nayla Bacının kızı Yüksel’in eşi, Yılmaz, Memet ve Meltem’in babası Kadir. Ulupınar çocuklarından bizim kuşağın gurubundan, benim çocukluğuma dair en çok ortak hatıralarım olanlardan birisi, canım Emmoğlum Kadir…
Önce böbreklerinden rahatsızlanan Emmoğlu, emekli olup, son yıllarda çalıştığı ve yaşadığı Antalya’dan Tut’a, Ulupınara’a döndü. Bir süre sonra kanser illetine yakalandı. Çok geç teşhis edildi ve uzun sürmeden Ekim 2020”de aramızdan ayrıldı.
Daha nicelerini kaybettik Ulupınar çocuklarından.
Bizler 18-19 yaşlarındayken yaşıtımız Emoğ bibimin oğlu Hacı Osman’ı kaybettik. 2003’de Şıhov emmimin kızı Aysel’i yitirdik. Sonra komşumuz Mesut, sonra Emmoğlum Nihat, sonra Ayşe bacım, sonra Abuzer ağabeyim… Bizlerin ana babalarından kimse kalmadı zaten…
Hep birlikte büyümüştük Ulupınar’da. Korku, endişe ve güvensizlik duygusunu hiç tanımadan, özgürce ve onca yoksullukta her şeyimizi paylaşarak.
Ulupınar biz çocuklar için “sevgi gölü” gibiydi. Analarımız ara sıra kendi aralarında “komşuluk icabı” birbirleriyle “tavuğun bostanımıza girdi” tartışması yaparlardı ama bizi kendi tartışmalarına asla karıştırmazlardı. Onlar tartışırken biz çocuklar birimizin evinde oynamaya devam ederdik. Herkes biz çocukları sever ve ayrımcılık yapmazlardı.
Biz bir guruptuk ve doğal olarak gurup içinde kendiliğinden oluşan, gurup üyelerinin her birinin ilgi alanı ve yeteneğine göre şekillenen “rol” dağılımı vardı.
Kadir, Ulupınarlı çocuk gurubumuzun ‘teknik elemanı’ idi. Kibrit kutusundan telefon, eski pillerden elektrik tesisatı yapardı. Tut’un eski Yukarı Çarşı’sında bulunan manifaturacı dükkânlarında satılan kumaşların sarılı olduğu sert karton borulardan ‘dürbün’ yapardı. Bir ucuna, yatay olarak kestiği yere ayna parçası yerleştirerek, evin köşesinden veya bir taş/ağaç arkasından, borunun öbür tarafından bakardı ve böylece kendisi gözükmeden ‘Korucu-Kaçak’ oyunundaki ‘korucuları’ ya da ‘kaçakları’ görürdü.
Komşumuz Yapıcıların oğlu Mesut gurubumuzun lideriydi. O, okuduğumuz çocuk kitaplarını, Teksas-Tommiks çizgi romanlarını bulur buluşturur, hem kendi okurdu hem bize okumamız için verirdi; hayal dünyası çok genişti ve korkusuzdu. Tahtadan ve beşli (mavzer) mermisinden, barut ve kibrit çöpü başlığıyla ateşlenen “silahlar”; ve gelincikten gazoz, gülden-menekşeden esans-kolonya yapardı… Gazoz ve esansları pek tutturamazdı ama olsun… Tevfik emmimin oğlu Nihat süngelle kuş vurmada en ustamızdı… Bir de Nihat’ın, kurbağanın kıçına saman çöpü sokarak şişirmesi gibi yaramazlıklarını hatırlıyorum… Hacı Osman, Emoğ bibimin oğlu, grubumuzun ‘güldürücüsü’ydü. Mahallemizdeki evlerden yiyecek bir şeyler toplayarak, birimizin evinde aş yapılması için yaptığımız “Çömçe Gelin” oyununda yüzünü kömür karasıyla boyayıp fistan giyerek, at niyetine bindiği bir değneğin üzerinde en önde gidenimiz Hacosman olurdu… Kardeşim Nusret ve ben de grubun asil üyeleriydik. Bizden başka, gurubumuza girip çıkan, sürekli temas halinde olunan, yaşça bizden biraz daha yaşlı ya da küçük ama “bizim kuşağımız” diyebileceğim Ulupınar Çocukları vardı. Şıhoğ Emmimin Halit’i, Aysel’i; Emoğ Bibimin Ahmet’i, Mahmut’u; Yapıcıların Sıdıka’sı, Beyhan’ı; Garcı Bekirlerin Ayşe’si, Birsen’i; Fatma bibimgilin Seher’i, Ali’si; Memişlerin Ahmet’i, Memet’i… Bazen gurubumuza dışarıdan gelen akrabaların çocukları da dahil olurdu. Mahmut Emmimim Abidin’i, Halil Emmimim Nevzat’ı gibi.
***
Bizim bahçenin hemen üzerindeki tepeye yapılmış kasabanın su deposunun yanındaki “Abidin Gozu”nun (ceviz ağacı) dibi bizim gizli mekânımızdı. Cevizin büyükçe bir dalı yere yatacak kadar eğikti ve dalları-yaprakları orada etraftan görünmeyen kapalı bir alan yaratmıştı. Yazları serin de olan bu “zula mekân”da iskambil kâğıdı oynar; O zaman ekimi çok yapılan tütünün kuru yapraklarını elimizin içinde kırıp ovalayarak yaptığımız öfeleme tütün ve kaçak kâğıttan (sigara kâğıtları Suriye’den kaçak gelirdi) sigara kâğıdı bulamadığımız zamanlarda da defter kâğıdından doladığımız cigaralarımızı içer; Teksas-Tommiks çizgi romanlar okur; Abidlerin ya da Tecir İsmaillerin bağından çaldığımız üzümleri burada yerdik. Bu ceviz ağacının biraz aşağısında bizim bahçedeki “Gabak Goz”un (cevizleri iri, uzun ve yassı olduğu icin ona ‘Gabak Goz’ derdik) yere paralel uzanmış değişik dallarına sekiz-on çocuk birer kuş gibi tüneyerek, pantolonumuzu sıyırıp, asağıda belirlediğimiz bir yaprak, taş ya da çöp hedefine tutturmaya çalıştığımızı ve böyle bir yarışma icat ettiğimizi hatırlıyorum. Bir de tabii ki bütün Tutlu çocukların oynadığı oyunları oynardık; Korucu-kaçak, saklambaç, kekiç-küküç, birdirbir, gırmızı kilim ucu, vin do vit, değme çevirme…
Hiçbirimizin hazır, satın alınmış oyuncağı yoktu.
***
Emmoğlu Kadir ile ortaokul yıllarımız boyunca hep beraberdik. Birlikte ders çalışır, Depebağ’daki okula birlikte gider gelirdik. Sakızlardan çıkan artist fotoğraflarını biriktirir, dama ve üçtaş oynar, kitaplar okurduk. Elimize 25’er kuruş geçtiği zaman, babamın kürtüncü (semerci) dükkânının karşısındaki Fırıncı Emmiden bir 25 kuruşa bir sıcak somun alır, diğer 25’e de Mevlüt Emmiden zeytin alır, babamın dükkânının damına çıkar, bir dalı dama uzanmış dut ağacının gölgesinde zeytinlerin çekirdeklerini çıkarır, yarıya bölüştüğümüz sıcak somunun yarısının içine yatırır, bir güzel yerdik. O somun-zeytinin tadı hâlâ damağımda…
Ortaokuldan sonra Kadir ile yollarımız ayrıldı. Önce birlikte Besni Lisesi’ne yazıldık. İki gün de birlikte okula gittik, aynı sırada oturduk. Sonra bana Kırşehir Yatılı Öğretmen Okulu’nu kazandığım haberi geldi ve ben Besni Lisesi’ni bıraktım, Kırşehir’e gittim. Lise yıllarında kısa tatil zamanlarında karşılaşıyorduk. Uzun yaz tatillerinde çoğunlukla hem Kadir hem ben başka şehirlerde okul harçlığı için çalışıyorduk.
Lise ve Öğretmenokulu yıllarından sonra hayat her birimizi bir yerlere savurdu. Ben öğretmenliğin yanında devrimin “rüzgâr kanatlı atlarına” bindim, Kadir geçim mücadelesine girdi. Kısa aralıklar dışında Kadir çoğunlukla Tut’da yaşadı. Benim 1975-1985 arası gerek dışarıda gerek hapiste yaşadığım fırtınalı yıllardan sonra İsveç’e siyasi mülteci olarak gitmek zorunda kalmam ve yıllarca oradan dönememem Kadir ile kontağımızı iyice koparmıştı. Ama onyıllar sonra tekrar Ulupınar’da yaz tatillerinde görüşmeye başladığımızda eski sevgimiz-emmoğluluğumuz aynı sıcaklığıyla yeniden canlandı. Artık ikimiz de 50 yaşlarının üzerindeydik ve rakılı balkon sohbetlerimizde birbirimizle paylaşacağımız çok şeyler vardı… Geçmiş hatıralarımız, çocuklarımız, gelecek hayallerimiz…
Kadir’in de gitmesiyle Ulupınar biraz daha ıssızlaştı ama öte yandan yeniden dönüşler de başladı. Kalanlarımızın Ulupınar hayalleri bitmedi.
Göteborg, 11 Ocak 2021
Tut’ta yaşlı bakımı
TUT’TA YAŞLI BAKIMI
2012 Temmuz ayı başında, Tut’tayken hem Tut Belediyesi Başkanlığına hem de Tut Kaymakamlığına bizzat bıraktığım “Tut’ta Yaşlı Bakımı Projesi” taslağını sizlerle paylaşmak istedim. Projeyi bıraktığımda hem belediye başkanımız hem kaymakamımız oldukça sıcak karşıladılar ve projenin hayata geçmesi için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler. Şimdiye kadar hiçbir bilgi almadım. Umarım unutmamışlardır.
Projeyi Tut Pekmezi’ne yayınlanması ricasıyla göndermemin sebebi, hem Tut’taki yaşlı bakım konusuna dikkat çekip konunun tartışılmasını sağlamak, hem de kasabamızdaki gelecek yerel seçim öncesinde, böylesine acil bir konuyu “oy verme sebebi” yapmaya çalışmak. Tut seçmeninin hangi belediye başkanı adayına oy vermesini artık akrabalık, hatır, kızgınlık, inatçılık, rüşvet gibi politik olmayan sebepler değil, genel anlamda parti tercihi ile birlikte, belediyecilik ve halka hizmet belirlemeli. “Tut için şunları yaparsan oy veririm” diyebilmeli seçmen.
Aşağıda yazdığım proje bir taslaktır ve her türlü değişime-düzeltmeye açıktır.
TUT’TA YASLI BAKIMI PROJESI
Projenin adı
DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDA İNSANCA YAŞAMAK
Niçin böyle bir proje
Her insanın, yaşamının son dönemini insanca yaşama hakkı vardır.
Önceleri büyük aileler içerisinde doğal ortamda karşılanan yaşlı bakım ihtiyacı, zamanımızda, her biri bir tarafa dağılmış küçük “çekirdek aile” tarafından karşılanamamaktadır. Bu durum, yeni çözüm yolları bulunmadığı takdirde, bakıma muhtaç yaşlıyı ve onun yakınlarını çok zor durumda bırakabilmektedir.
Yeni çözüm yollarını bulacak olan da toplum ve onun kurumlarıdır. Ülkemizde bu ihtiyaç bazı yerlerde önemli ölçüde karşılanırken, çoğu yerlerde de mağduriyet hâlâ devam etmektedir.
İlçemiz Tut’ta da yaşlı bakımı henüz kurumlaşarak kalıcı olarak çözülmemiştir. Devletin yaşlıya ve bakanlarına verdiği maddi destek ve evlatlarının kendi çabaları ile ihtiyaç karşılanmaya çalışılsa da bu çok yetersiz kalmaktadır.
Bakıma muhtaç yaşlının “etrafıma yük oluyorum” duygusuna kapılmadan, eziklik duymadan, gururunu incitmeden yaşamının son safhasını, zaruri ihtiyaçları karşılanarak huzur içerisinde geçirebilmesi için yaşlı bakımının kurumlaşması gerekir.
Bu kurum “TUT İLÇESİ YAŞLI BAKIMI HİZMETLERİ” ya da başka bir isimle kurulabilinir. Bu kurumlaşma bir proje ile başlatılabilinir ve bir süre sonra kalıcılaşır.
Projenin amacı
Tut ilçesindeki bakıma muhtaç yaşlıların her türlü temel ihtiyaçlarının karşılanarak insanca yaşamalarını sağlamak.
Projenin yürütücüleri
Tut Belediyesi, Tut Kaymakamlığı, Tut Hastanesi ve bu kurumların sağlayacağı yeterli sayıda personel.
Projenin uygulama mekânları
1- Devamlı bakıma muhtaç olanlar için eski Sağlık Ocağı binası ve bahçesi (ya da uygun başka bir yer).
2-Diğerleri için yaşlıların kendi evleri.
Projenin hedef grubu
-
Sürekli (günlük) bakıma (yemek, temizlik, sağlık) muhtaç olup, kurumun mekânını kullanacak yaşlılar.
-
Kendi evlerinde kalabilecek ve günlük işleri (yemek, tuvalet vb.) az çok yapabilecek durumda olan ama ihtiyaca göre üç günde bir, haftada bir, iki haftada bir ziyaret edilerek ihtiyaçları (ilaç, büyük temizlik vb.) karşılanacak yaşlılar.
Projenin uygulanması
-
Projeyi yürütecek, gerekli kararları alacak, uygulamayı denetleyecek bir kurulun oluşturulması.
-
İhtiyaç tespit çalışmaları: Tut ilçesinde bakıma muhtaç yaşlıların ve onların ihtiyaç düzeylerinin tespit edilmesi
-
Devamlı bakıma muhtaçların kalacağı bina ve mekânın bulunup, ihtiyaca göre düzenlenmesi.
-
İhtiyaç tespit çalışmaları sonucu ortaya çıkan tabloya göre bir faaliyet planı ve personel tespiti/temini yapılması.
-
Projenin mali kaynağı yaratıldıktan sonra, kurumun bina ve mekânının hazırlanması, faaliyet planının hazırlanması, personelin atanması ve projeye fiilen başlanması.
-
Belirli aralıklarla denetleme yapılarak rapor hazırlanması.
Projenin finansı
-
Avrupa Birliği’nden ya da devletin ilgili kurumlarından sağlanacak proje desteği.
-
Tut Belediyesi, Tut Kaymakamlığı ve Tut Hastanesinin kendi kaynakları.
-
Tutlu ve diğer yardımseverlerden sağlanacak bağışlar.
-
Sponsor şirketler, kurumlar ya da kişiler.
-
Yaşlının aile ve yakınları.
Göteborg, 4 Şubat 2013
Tut’ta Değişim ve Seçimler
TUT’TA DEĞİŞİM VE SEÇİMLER
Tut’taki, -daha doğrusu bütün toplumdaki- değişiklikleri anlamaya çalışmak beni çok heyecanlandırıyor. Kırk yedi yaşındayım ve üç çağ yaşadım diyebilirim: 1960’lı yıllar ve öncesi, 70-90’lı yıllar ve 2000’ler sonrası. Elektrik öncesi, elektrikten sonra ve internet/bilgisayar dönemi de diyebiliriz bu çağlara.
Mersin’den Tut’a giderken, Gâvurdağı’ndan geçerken karşılaştığım üç yol da bu üç çağı simgeliyor. Aynı zamanda Türkiye’nin kırk yıllık gelişmesi de sanki bu üç yol: Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla dolanarak giden ve bir zamanlar kimbilir kaç ırgadın – bu arada benim Gani Dayımın da- canına malolan, her taşıtın Alaman Pınarı’nda mola verdiği eski dar yol; 70’li yıllarda yapılan üç şeritli nispeten geniş yol ve şimdiki, koca Gâvurdağı’nı uzun tünel ve dev köprülerle dümdüz ederek 15 dakikaya düşüren otoban.
Her Türkiye’ye gittiğimde eski ile yeni arasında böyle kıyaslamalar yapıyorum herkes gibi. Bunların -değişimin- bazıları sevindiriyor, bazıları da üzüyor.
Mart’ta mahalli seçimler var. Yani Tut yeni bir belediye başkanlığı seçimine daha gidiyor.
Değişimin bir de bu yanına bakalım:
Tut’un belediye olduğu 1950’lerden bu yana kasabanın politik yaşamında hangi değişiklikler oldu?
Partilerde, seçim çalışmalarında, belediye icraatlarında ciddi değişiklikler oldu mu?
İyiye mi gitti kötüye mi?
Tutluların aydınlanmasına ve Tut’un kalkınmasına, toplumda demokratik-katılımcı-hoşgörülü kültürün gelişmesine ne kadar katkı yaptı politikadaki bu değişiklikler? Ya da ‘eski hamam eski tas’ mı? Veya tersi mi oldu?
Mesela seçmen, adaylara ve partilere ‘Siz Tut için ne yapacaksınız, nasıl ve hangi kadro ile yapacaksınız’ diye soruyor ve cevap istiyor mu? Adaylar da niçin aday olduklarını ve öteki adaylardan farklılıklarını bu soruya verdikleri cevaplarla izah edebiliyorlar mı?
Tut’ta yaşayanlar, başka şehirlerde ya da yurtdışındakiler, belediyeyi küçük kişisel çıkar yeri olarak görmeyenler, Tut’un kalkınmasını ve bunun da demokratik-barışçı bir ortamda olmasını isteyenler Tut’un yeni politik kültürü üzerine kafa yormalı ve tartışmalılar.
Bu tartışmaya Tut ile ilgili fikri ve sözü olduğunu söyleyen herkes katılmalıdır. İnternette katılmalıdır, dergilerde katılmalıdır, sohbetlerde katılmalıdır. Üç satırla da olur, üç sayfayla da. Bir tek konu da ele alınabilir, tümden gözlemler öneriler de yazılabilir, söylenebilir.
Politikanın varlık nedeni ve biricik rolü, sorunları ve değişimleri görerek, onlara çözümler üreterek toplumun ihtiyaçlarına olanaklar ölçüsünde cevap vermektir.
Farklı politik partiler sorunları farklı algıladıkları ve farklı çözüm yolları önerdikleri için vardır. Herhangi bir sorun konusunda çoğunlukla liberallerin, muhafazakârların, sosyal demokratların, sosyalistlerin farklı görüşleri vardır. Örneğin bir yol yapımında kimi partiler yola ihtiyaç olmadığını savunur, kimisi sadece yolun yapılmasını önemser, bazıları da ‘yol yapılsın ama doğa da korunsun’ der. Partiler seçimlere bu farklı fikirler ve önerilerle gider, seçmenler de tercihlerini önerilerden hangisini doğru buluyorsa ona göre yapar. Seçim olur, çoğunluğun desteğini alan parti kazanır ve yol sorunu da çoğunluğun eğilimine göre çözülmüş olur.
Yani politikada ve seçimlerde maksat ‘bekçi dövmek değil, üzüm yemektir.’ Her parti ve adayı kendi ‘üzümünü’ sunar, çoğunluk hangisini seçerse o ‘üzüm’ yenilir.
‘Bunlar bilinen şeyler’ diyeceksiniz. Doğru ama öyleyse Tut’taki siyaset kültürünü değiştirmemiz lazım. Artık Tut’a ve Tutluya (ne adayına ne seçmenine) eski usul belediyecilik ve siyaset yakışmıyor.
Umarım artık seçim çalışması diye insanları aşağılayıcı davranışlarda (yemin ettirme-ev gözetleme-para veya eşya karşılığı oy satma/satın alma-ya da zorbalık gösterileri gibi) bulunulmuyordur.
Partilerin, adayların ve aktif seçim çalışması yürütenlerin görevi Tutlulara yurttaşlık bilinci vererek yapmayı düşündükleri icraatlara seçmenleri ikna ederek onlardan oy talep etmek olmalıdır. Kamplaşmalardan ve gerginliklerden kaçınılmalıdır.
Hepimiz Tutluyuz ve Tut toplumunda uzlaşmaz çelişkiler yoktur. Önce de yoktu şimdi de yok. Hemen herkes aynı ekonomik-sosyal guruba/sınıfa dahildir. A partisine oy veren de B partisini destekleyen de bir zamanlar aynı kamyonda Adana’ya ırgatlığa gitmişizdir, şimdi de hepimiz birbirine benzer hayat kavgası içindeyiz.
Hepimiz Tutluyuz ve Belediye – kim seçilirse seçilsin- bütün Tutlular için vardır.
Herkese bol tartışmalı, hoş sohbetli, dostluk içinde geçen bir seçim diliyorum.
Kazanacak adayı şimdiden kutluyor, kazanamayanları da, seçimden sonra kazanana Tut’a hizmette destek olmaya çağırıyorum.
Göteborg, 8 Ocak 2004
Ortak Açıklama
ORTAK AÇIKLAMA -Öneri
Belediye Başkanlığı seçimi nedeniyle çağrı
Tut Halkına
Aşağıda imzası olan bizler, Tut’daki yerel yönetim seçimleri ile ilgili ortak görüşlerimizi sizlerle paylaşmak istedik.
1) Politikanın ve politikacının görevi, toplumun sorunlarını görüp, çözüm yolları bulup, onları demokratik yollarla çözmektir.
2) Seçim, bireyin kişisel siyasi tercihi içindir, bütün bir ailenin veya sülalenin topyekûn seçimi değildir. Her birey kendi oyunda özgürdür. Oy için rüşvet almak da vermek de ahlak dışıdır. Oy için baskı ve şiddet asla kabul edilemez.
3) Seçilme hakkını kullanan başkan adaylarının, propagandalarını yaparken, kendilerini kişisel polemikleriyle değil, mesleki becerileri, güvenilir, dürüst karakterleri ve projeleriyle tanıtmalarını; seçim vaatlerinde hayali projelerden çok belediyenin gelir-gider bütçesini inceleyerek uygulanabilir, gerçekçi projeleri kaynakları ile birlikte sunmalarını; sadece kendilerini seçenlerin değil, bütün ilçenin belediye başkanlığına talip olmalarını bekliyoruz.
4) Kasabamızın en önemli sorunlarının, ihtiyar ve sakatlarımıza bakım; kanalizasyon, su, yol, elektrik, çöp, umumi tuvaletler, çevre düzenlemesi gibi çevre bakımı ve temizliği; Göksu’dan Tut’a kadar yol boyu dikilen dut fidanlarının sulama ve bakımı; eğitim ve öğretimin kalitesinin yükseltilmesine katkı; öğrenci ve yetişkinlerin spor için yararlanacağı, aynı zamanda düğün ve diğer törenlerin yapılacağı çok amaçlı kapalı spor salonu yapılması; içerisinde küçük birer müzeyi ve kütüphaneyi de barındıracak, kültürel faaliyetlerin (halk oyunları, piyes, resim vb) yapılabileceği bir Tut Kültür Merkezi (eski sağlık ocağı binası ideal bir yer) kurulması olarak sayabiliriz.
5) Belediye meclisinde mutlaka kadınlar yer almalıdır.
6) Belediye sivil toplum örgütleri ile diyalog ve işbirliği içinde olmalı, demokratik ve şeffaf belediyecilik geliştirilmelidir.
2009 yerel seçimlerinde ilçemiz Belediye Başkanlığı ve Meclis Üyeliği için aday olan bütün adaylara ve seçmenlere, demokratik, barışçı ve başarılı bir seçim dönemi diliyoruz.
Hamza Demir
Tut Belediyesi
TUT BELEDİYESİ
2009 baharında Tut bir seçim daha yaşayacak.
Tut içinde ve dışında yaşayan tüm Tutlular gibi, Tut’un nasıl yönetileceği beni de ilgilendiriyor. Yurtdışında yaşamama rağmen Türkiye’de olup bitenlerin beni de ilgilendirdiği gibi. Olup bitenlerin sonuçlarından, orada yaşayanlar gibi doğrudan etkilenmem ama dolaylı etkilenirim. Hem manevi olarak; “memleketim” duygusunun yarattığı etkilenme, iyi olanlara sevinilip, kötü olanlara üzünülmesi gibi, hem de maddi olarak; orada yaşayan yakınlarım olduğu için ve senenin az da olsa bir bölümünü orada geçirdiğim için.
Girişe böyle başlamamın sebebi, “dışardan gazel okunmasın” tavrına karşı, Tut dışındaki Tutluların ilgisinin anlaşılması içindi.
Şimdi gelelim esas meseleye, belediye başkanlığı seçimlerine! Bu yaz bir aydan fazla Tut’taydım (biraz da Akpınar’da). Çok güzel bir tatil geçirdim. Bu arada birazcık da “Tut politikası” sohbetlerine katıldım. Henüz bir seçim havasına girilmemişti ama -kimlerin adı geçiyor- etrafında, yarı dedikodu yarı gerçek fikirler ileri sürülüyordu.
Cevabı bulunmaya çalışılan tek soru şuydu: Kimler aday?
Oysa soruların sırasıyla şöyle olması gerekmez miydi:
1- Tut’un ve Tutlunun yerel yönetimin çözebileceği ihtiyaçları nelerdir?
2- Bu ihtiyaçların aciliyet ve yapılabilirlik sıralaması nasıl olmalıdır?
3- Belediye nasıl işlemelidir?
4- Bütün bunları en iyi kim yapabilir?
Birinci sorunun cevabını istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Uzatmak da gerekir belki. “Fikir bombası” dedikleri metot, herhangi bir konuda herkesin aklına gelen her şeyi söylemesi ve bunların sansürsüz bir şekilde kayda geçirilmesini içerir. Böylece konuyu analiz etmek için en geniş “fikirler zemini” yaratılmış olur.
İkinci soru cevaplanırken, bu “fikirler zemininde” ayıklama yaparak, en acil ve aynı zamanda gerçekçi, yapılabilir fikirler seçilir.
Üçüncüsü, seçilen öncelikli konuların nasıl çözüme kavuşturulacağını cevaplamaktır: Karar süreçleri nasıl olacak, kimler nerelerden sorumlu olacak, hangi metotlar uygulanacak, değerlendirme-denetleme nasıl işleyecek vb.?
Son soru da “isim olarak kim/kimler bu yapılacakları bu yöntemlerle yapabilir”i cevaplamak içindir. Ben kısaca ikinci ve üçüncü soruları cevaplamaya çalışacağım.
Tut’ta yerel yönetimin gerçekleştirebileceği işlerin aciliyet sıralaması:
1-İhtiyar ve engellilere bakım merkezi: Belediye, hastane, kaymakamlık ve sivil kişi ve kuruluşlar işbirliğiyle, bakıma muhtaç ihtiyar ve engellilere, ihtiyaçlarına göre hizmet götürülmesi. Bir yaşlıya haftada bir evinde temizlik, alışveriş gibi servis yeterliyken, bir başkasına günlük bakım gerekebilir. Servis ihtiyaca göre organize edilir.
2-Bakım ve temizlik: Kanalizasyon, su, yol, elektrik, çöp, umumi tuvaletler, esnaf denetimi, çevre düzenlemesi, cadde ve sokakların ağaçlandırılması, çiçeklendirilmesi.
3-“Dutlu yol” un sahiplenilmesi: Çaydan Tut’a kadar olan yolun, geçmiş bayan bir kaymakam tarafından çift taraflı dut fidanları diktirilmesi yoluyla, yedi kilometrelik “Alé” yapılması muhteşem bir fikir ve uygulama. On yıl sonra, Ağbel’den Tut’a doğru baktığınızı düşünün! Yedi kilometrelik yeşil bir şerit, bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla Mağrabaşı’ndan Çay’a kadar iniyor! Turizm tanıtım broşürlerindeki yerini görüyor gibiyim. Dutların sulama ve bakımının sahiplenilmesi gerekir. Fikir ve uygulama sahibi kaymakam hanımın adını taşıması da bir kadirbilirlik gereğidir.
4-Eğitime yatırım: Tut’taki eğitimin kalitesini ve sonuçlarını yükseltecek, Tutlu üniversiteli sayısını çoğaltmayı amaçlayan projelerin hayata geçirilmesi (Tut Gelişim Derneği’nin dershaneye gönderdiği 30 öğrencinin 15’i üniversiteye girmeyi başarmıştır. Bu ilk ve çok önemli bir deneydir).
5-Çok amaçlı kapalı spor salonu: Hem çocuk, genç, yetişkinlerin okul ve okul dışı spor faaliyetlerini yapabileceği, hem de düğün ve diğer törenlerin yapılabileceği bir salon.
6-Tut Kültür Merkezi: İçerisinde küçük bir müzeyi, küçük bir kütüphaneyi de barındıran, kültürel faaliyetlerin (halk oyunları, piyes, resim atölyesi vb.) yapılabileceği yer (Eski Sağlık Ocağı binası ideal bir yer).
Belediye nasıl işlemelidir?
Açıklık – şeffaflık: Belediyenin bütün faaliyetleri açık olmalıdır. Bütçe, yani yıllık ekonomi planlaması, yılsonu raporu, yani nerelere ne kadar harcandığı, ihaleler, anlaşmalar açık olmalıdır. İnternet sitesinden ya da gazete çıkartılarak bu sağlanabilir.
Demokratiklik: Belediye Meclisinin karar ve uygulamalardaki rolü artırılmalıdır. Önemli kararlar öncesi kamuoyu görüşü alınmalıdır. Katılımcılık, mahalle toplantıları, kahve toplantıları, fikir ve şikâyet kutusu oluşturma gibi değişik yöntemlerle sağlanmalıdır. Bütün kurum ve kuruluşlarla diyalog ve işbirliği içerisinde olunmalıdır. Bütün Tutluların belediyesi olunmalıdır.
İş yapabilirlik: Belediye, personelini, yaptıkları işe ve mevkilerine göre yeniden organize etmelidir. Nasıl ki bir şirket kendi personelini, şirketin faaliyet alanlarına göre, çalışanlar, grup şefi, bölüm şefi, personel şefi ve genel müdür şeklinde organize ediyorsa, belediye de öyle yapmalıdır. Böylece, hem suyu akmayan vatandaşın belediye başkanına gelmesi gibi gereksiz iş –zaman kaybı ve karmaşa engellenir, hem de verimlilik artar. Personel ihtiyaca göre alınmalıdır. Belediye başkanlığına bağlı bir danışman bir de personel müdürü makamı oluşturulmalıdır.
Tut’taki seçim döneminin, bu konuların tartışıldığı, gruplaşma ve çatışma yerine diyalog ve işbirliğinin hakim olduğu bir dönem olması dileğimle.
Tut Belediye Başkanlarına Açık Mektup
TUT BELEDİYE BAŞKANI ADAYLARINA AÇIK MEKTUP
Tut’u çok seven bir hemşeriniz olarak; Milletvekilliği ve Belediye Meclisi üyeliği de dahil değişik yerlerde ve değişik alanlarda siyasi tecrübeler yaşamış biri olarak Tut’daki yerel yönetim seçimleri ile ilgili görüşlerimi sizlere açık mektup yazarak paylaşmak istedim.
– Bildiğiniz gibi, politikanın ve politikacının görevi, toplumun sorunlarını görüp, çözüm yolları bulup, onları demokratik yollarla olanaklar dahilinde çözmektir.
– Seçimler, başka öteki biçimlerin yanında, halk iradesinin ortaya çıkmasını sağlayan önemli bir yoldur.
Seçimler, bütün bir ailenin veya sülalenin topyekûn seçimi değildir. Her birey kendi oyunda özgürdür.
Oy için rüşvet almak da vermek de halkın iradesine haksız müdahaledir, gayrimeşrudur. Oy için baskı ve şiddet asla kabul edilemez.
– Seçilme hakkını kullanan sizlerin, propagandalarınızı yaparken, kişisel polemiklerle değil, kendinizin ve partilerinizin projeleriyle tanıtmanızı; Sadece sizleri seçenlerin değil, ayrımsız bütün Tut halkının belediye başkanlığına talip olmanızı arzuluyor ve bekliyorum.
– Kasabamızın en önemli sorunlarının, ihtiyar ve engellilerimize bakım;
Kanalizasyon, yol, elektrik, çöp, umumi tuvaletler, çevre düzenlemesi gibi çevre bakımı ve temizliği;
İçme ve sulama suyunun adil ve ihtiyacı karşılayacak şekilde organize edilmesi;
Eğitim ve öğretimin kalitesinin yükseltilmesine katkı;
Öğrenci ve yetişkinlerin spor için yararlanacağı, aynı zamanda düğün ve diğer törenlerin yapılacağı çok amaçlı kapalı spor salonu yapılması;
İçerisinde küçük birer müzeyi ve kütüphaneyi de barındıracak, kültürel faaliyetlerin (halk oyunları, piyes, resim vb.) yapılabileceği bir Tut Kültür Merkezi (eski sağlık ocağı binası ideal bir yer) kurulması olarak sayabiliriz.
– Belediye Meclisinin işlevinin artırılması ve karar ve yönetim organlarında kadınların da yer alması Tut’un yerel demokrasisini ilerletecektir.
– Belediye sivil toplum örgütleri ile diyalog ve işbirliği içinde olmalı, demokratik ve şeffaf belediyecilik geliştirilmelidir.
2019 yerel seçimlerinde ilçemiz Belediye Başkanlığı ve Meclis Üyeliği için aday olan bütün adaylara ve seçmenlere, demokratik ve barışçı bir seçim dönemi diliyorum.
Aynı şekilde sizlerden, Tut’taki seçim dönemlerinde yaşanan ve aslında Tut’un ve Tut’lunun BARIŞCI-HOŞGÖRÜLÜ geleneğine hiç uymayan kamplaşmaya, bölünmeye meydan vermemenizi rica ediyorum. Bu konuda özellikle siz iki adayın birbirinizle diyaloğu, örgütünüze ve seçmenlerinize yapıcı telkinleriniz belirleyici olacaktır.
Selamlarımla.
Göteborg, 22 Kasım 2018
Teşekkürler Mahmut Hoca !
TEŞEKKÜRLER MAHMUT HOCA!
Belediye başkanlığına seçildiğinde çok sevinmiştim.
Birincisi, dürüst, sakin kişilikli, sevdiğim bir arkadaşımızdı. Yani bir arkadaş, bir dost, bir güzel insanın belediye başkanı seçilmesi sevindirmişti beni.
İkincisi, “yıllardır anlatmaya çalıştığımız fikirlerimizi pratikte uygulama fırsatı yakaladık” diye düşünmüştüm. Yani belediye başkanlığının fonksiyonu olan yerel politik iktidarı sol düşünceli biri aldı diye sevinmiştim.
Dürüstçe söylemek gerekirse, ikincisi, yani politik sevincim pek uzun sürmedi. Hocamın sol görüşlü ve dürüst kişilikli olması, onun otomatik olarak kasabada büyük işler yapmasına yol açmadı. Benim gibi bazı arkadaşların dışarıdan çabası da, sosyalist fikirlerimizi pratikte deneme olanağı yaratmaya yetmedi. Belki de böyle bir beklentiye girmek yanlıştı. Çünkü, nerdeyse zorla başkan adayı yapılan bir kişiden vizyoner (geleceğe dair büyük toplumsal projeleri olan) olmasını beklemek pek doğru bir şey değildi. Üstelik, Hoca, o yaşa kadar oluşturduğu -sanırım 45 yaşlarındaydı ilk seçildiğinde- sakin ve rahat kişiliğini değiştirecek değildi. Bir yönüyle iyi ki de değiştirmedi. Ya iktidar koltuğuna oturunca birdenbire hırslı, buyurgan, diktatör biri olup çıksaydı? Önce sakin gözüken ama eline güç geçtiğinde canavara dönüşen insan az mı?
On yıldır Tut belediye başkanlığı yapan Mahmut Karakuş hakkında her bir Tutlunun bir değerlendirmesi, düşüncesi vardır elbette. Ama hemen herkesin dillendirdiği bir ortak tanım da var Hoca hakkında: “Fazla iş yapamadı ama dürüst ve efendi bir insan!” On yıl boyunca çok iş yapamadığı için onu eleştirebiliriz ama yine on yıl boyunca dürüst ve efendi kalmak da her babayiğidin harcı değil doğrusu. Bunun için sağlam bir kişilik ve yüksek bir ahlak donanımı gerekli.
Mahmut Hoca’nın bu kişiliğinin Tut politikasına katkıları da oldu kuşkusuz. Tut’taki politik gerginliklerin, kutuplaşmaların, güç gösterilerinin yerini önemli ölçüde sakinlik ve diyalog aldı. Toplumda itibar ve güvenin zorbalıkla değil sevgi ve mütevazılıkla kazanılacağını gösterdi. Gerçek gücün zorbalıkta, kavgada, fesatlıkta değil, sevgide, alçakgönüllülükte, dürüstlükte, beyefendilikte olduğunu gösterdi. Tut’ta oldu bitti egemen olan kültür de aslında buydu ama nedense seçim dönemlerinde bu güzelim barışçı kültürün yerine Türkiye geneline egemen olan husumetçi, ayrılıkçı, zorlayıcı bir kültür hakim olurdu. Büyük ölçüde Hoca’nın kişiliğinin etkisiyle politik kültür de Tutlunun diğer barışçı kültürüne uydu diyebiliriz. Umarım ki, geleceğin Tut belediye başkanları bu geleneği sürdürür.
“İstanbul beyefendisi” diye bir tanım vardır. Yüksek adabı, ahlakı, kibarlığı, alçakgönüllülüğü ifade eder. Bence “Tut beyefendisi” de vardır ve bu tanıma tamı tamına uyar. Mahmut Karakuş da tam bir Tut beyefendisidir. On yıllık iktidar koltuğu da bu özelliğini değiştirmemiştir. Bu yüzden onu kutluyor, ilçemize yaptığı hizmetlerden dolayı da teşekkür ediyorum.
Tut ve Ovacık
TUT VE OVACIK
Bütün Türkiye’de herkesin dikkatini çeken Komünist Belediye Başkanı Mehmet Fatih Maçoğlu, Tut’un seçilecek belediye başkanı tarafından da örnek alınmalı.
Çünkü bütün imkânsızlıklara rağmen 4 yıldır belediye başkanlığı boyunca yaptıkları az değil!
-Belediye binası içerisinde on bin kitaplı bir kütüphane açtı.
-Dağcı bir grup tarafından hediye edilen yirmi bisikleti, “Bir saat kitap okuyana bir saat bisiklet turu bedava” kampanyasına çevirdi.
-Hazineye ait olan 650 dönümlük araziyi tarım için kullanılması amacıyla halka dağıttı. Böylece hem iş alanı oluşuyor hem de boş olan araziler değerlendiriliyor.
-Bu araziye ekilen nohut, fasulye ve patatesi kooperatifler aracılığıyla satarak geliri hem yoksullara dağıttı hem de öğrencilere burs olarak verdi.
-Toplu taşımayı ücretsiz yaptı. Dileyenler toplu taşıma araçlarında bulunan bağış kutularına bir lira bırakabiliyor.
-Yasal zorunluluktan ötürü bedava yapamadığı çeşme suyunu ucuzlattı: Metreküpü elli kuruş… Faturalar ise üç ayda bir geliyor.
-Belediye içerisinde kadınlar, engelliler, gençler ve esnaf tarafından komisyonlar kuruldu. Ayda bir düzenlenen meclis toplantıları öncesinde tüm ilçede anons yapılıyor. Bu toplantılarda halk ile birlikte kararlar veriliyor.
-Kendisinden önce borçlu olan belediyeyi kâra geçirdi ve hazırlattığı gelir-gider tablosunu belediye binasına asarak halkla paylaştı.
Başkan bütün bunları nasıl yaptı?
Kayırmacılık yapılsaydı, küçük ama etkili-güçlü bir çıkar çevresinin denetimine girseydi, kendisini ve çevresini ihya etmeye çalışsaydı, Ovacık halkıyla ayrım yapmadan içiçe olmasaydı, belediyenin her faaliyeti şeffaf olmasaydı elbette ki bunlar yapılamazdı.
Üstelik gönüllü toplumsal dayanışma dışında hiçbir yerden ekonomik desteği de yoktur. (Sovyetler Birliği yaşıyor olsaydı “Rusya’dan para geliyormuş” dedikodusu mutlaka çıkarılırdı.)
Orada yapılanlar ile belediye başkanının siyasi kimliği ile kişisel yeteneği ve ahlakı elbette çok önemlidir.
Bütün sosyalist seçilmişler zaten böyle çalışır, çalışmalı. Sosyalist değer yargıları, insana bakış bunu gerektirir.
Ama Ovacık’ta yapılan şeyleri başka yerde de yapmak için illa bir sosyalist/komünist başkan mı olması gerekli?
Bence değil.
Yukarıda bir kısmı sayılan belediye hizmetleri olarak yapılanlar ve yapılma biçimi (siyaset yapma biçimi) pekâlâ başka bir partili belediye başkanı tarafından da yapılabilir.
“Ovacık’ta yapılan belediyecilik Tut’ta yapılamaz” diye kim diyebilir?
Neden yapılamasın?
Tut belediye başkanı adaylarına duyurulur!
Hak ve Hoşgörü
HAK VE HOŞGÖRÜ
Geçen haftalarda İsviçre’de minare için halkoylaması yapıldı. Oy verenlerin % 57’si “minare yapılmasın” dedi.
İlkönce şunu belirtmeliyim: Halkoylaması çok demokratik bir yöntem gibi gözükse de, temel insan hakları – bu arada inanç ve ibadet özgürlüğü- “bu hakkı verelim mi vermeyelim mi” diye oylamaya tabi tutulamaz. Bu yönüyle sözkonusu halkoylaması meşru değildir. Mesela bir mahallede “filan kişi ya da grup bu mahallede otursun mu oturmasın mı” diye halkoylaması yapılamaz, ya da “ falanca kişi yaşasın mı yaşamasın mı” diye halkoylaması olmaz.
Ama bence, daha çok kafa yorulması gereken şey, sistemini temel insan hakları ve demokrasi üzerine kurduğunu söyleyen bir toplumun %57’sinin, “sözkonusu benim çıkarlarım, benim korkularım-kaygılarım olunca, demokrasinin canı cehenneme” diyebilmesidir. İlkeli değil bencil davranmasıdır.
Oysa, bütün dünyanın gıpta ile baktığı, refahın ve demokrasinin İsviçre’sini kuran da aynı halktır, bu zamana kadar da önemli ölçüde bu özelliğini korumuştur.
Peki ne oldu da aynı halkın çoğunluğu demokrasi prensiplerini bir yana bırakarak, ilkesiz ve hoşgörüsüz davrandı?
Olay, Haçlı Seferlerinden sömürgeciliğe uzanarak tarihsel; bildiği ve güven içinde hissettiği toplumun değişmesini düşünerek sosyal; Avrupa’nın popülist ve ırkçı geleneğini kastederek politik; işsizliği ve kötüleşen sosyal hakları göstererek ekonomik nedenle açıklanabilir ama bana göre, bütün bunlarla birlikte, içinden geçmekte olduğumuz zamanda yatıyor esasen sorunun cevabı.
Nedir şimdiki zamanın en belirgin özelliği? Küreselleşme, globalleşme.
1800 sonlarında veya 1900 başlarında kurulmuş olan ulusal (milli) devletler ve onların toplumları, kendi milletlerine göre ve milletleri için sistem, onlar için demokrasi kurmuşlar. Kendi kendileri için hoşgörülü olmuşlar, kendi kendileri için demokrat olmuşlar. Ama bugün hem ekonomi, hem insan hakları, hem hukuk, hem kültür küresel. Her kültürden ve milletten insan her yerde yaşıyor. Yemekten müziğe her türlü kültür her yerde yaşanıyor. Bugüne kadar da yaşıyordu-yaşanıyordu ama şimdiki bu “çoğulculuk” artık eski sistemleri değişime zorlayan bir düzeye geldi. Bir-iki cami-minare eski sistemi ve düşünce yapısını tehdit etmiyordu ama yüzlerce olunca sistemin ve düşünce yapısının (mantalitenin) değişmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, hoşgörünün ve demokrasinin içeriğinin, sınırlarının ve boyutlarının “milli”den “küresel”e geçmesi gerekiyor. İşte bu noktada toplumda bu köklü değişime karşı önce tedirginlik, sonra korku oluşmaya başlıyor. Hele de bu değişiklikler, halkın günlük yaşamının gitgide kötüleşmesi ile birlikte oluyorsa, korku daha da artıyor. Durumu istismar eden ırkçı parti veya politikacılara, yelkenini rüzgâra göre açan korkak – popülist politikacılar eklenince, iş, kendi prensiplerini çiğnemeye kadar gidiyor. Bu sadece İsviçre’de değil, ona benzeyen bütün ülkelerde oluyor. Tezahürleri farklı ama İsveç’te de olanların altında aynı sorun yatıyor. Mesela, İsveç tarihinde ilk defa ırkçı bir partinin, 2010’da yapılacak seçimlerde parlamentoya girme ihtimali var.
Çözüm ne? Veya geleceğin çözümü nasıl gözüküyor?
Bütün insanlık tarihinin oluşumunun bir kuralı var: Sistemleri, düşünce ve sosyal yapıları belirleyen ekonomik altyapılarıdır, üretim biçimi ve ilişkileridir. Dolayısıyla, sancılı da olsa, milli ekonomiler üzerine kurulmuş milli demokrasiler ve sistemler, küreselleşen ekonomik-sosyal-kültürel ilişkilere ayak uydurarak sistemlerini ve demokrasilerini geliştirmek zorundalar. Avrupa Birliği’ni böyle anlayabiliriz. Yani eninde sonunda İsviçre sistemi ve toplumu camiyi ve minareyi içine sindirmek zorunda, içselleştirmek zorunda.
Minare halkoylamasından sonra, sıkça Avrupalının demokrasi konusundaki ikiyüzlülüğüne vurgu yapıldı, “Başkaları için insan haklarından bahsedenler, kendilerinin işine gelmeyince bunu rahatlıkla çiğniyorlar” yorumu yapıldı. Haklı bir yorum. Ama bir şartla: Aynı ikiyüzlülüğü kendin yapmıyorsan! İsviçre’de karşı olduğun ırkçılığa ve ayrımcılığa, her yerde ve herkes için karşı çıkabiliyorsan. Mesela, özlediği rejimde bırakın başka dine saygıyı, insanların giysilerine bile karışan, oruç tutmuyorsun diye adam döğen şeriatçı bir müslümanın bu halkoylamasını ve sonucunu eleştirmesi çifte standarttır; ya da İsviçre’de kendisi için talep ettiği ana dilde eğitim ve kendi kültürünü yaşama-yaşatma hakkını savunup, sözkonusu haklar Türkiye’deki Kürtler için olunca karşı çıkan milliyetçi bir Türkün eleştirisi de tutarsızlıktır. Kendisi hoşgörüsüz olan birinin başkalarından hoşgörü beklemesi, ya da kendi hak yiyen birisinin başkasından aynı hakkı talep etmesi ahlaken de, vicdanen de doğru değildir. Bu İsviçreli için de geçerlidir, Türk için de, Müslüman için de, Hıristiyan için de; kişiler için de, devletler için de.
Bana göre bu konuda işin özü (demokrasinin de özü), “kendime neyi hak görüyorsam, başkasına da aynı hakkı görmeliyim” sözündedir. Bu başkası, sen erkeksen kadındır, Hıristiyansan Müslümandır, Türksen Kürttür, Solcuysan Sağcıdır.
Göteborg, 6 Ocak 2010
Adalet
ADALET
12 Eylül askeri faşist darbesinin üzerinden 30 yıl geçti. 30 yıl önce ordu, silah zoruyla anayasayı iptal, parlamentoyu lağvetmiş, tüm hak ve özgürlükleri rafa kaldırmış, ülkeyi bir açık cezaevine dönüştürmüş, adil yargılanma hakkını tamamen yok ederek, Sıkıyönetim Komutanlıklarına özel sıkıyönetim mahkemeleri kurdurmuştu. O dönemde gözaltında işkence en doğal uygulama olarak yaşanmış, sokakta, evlerde, cezaevlerinde ve gözaltında yüzlerce insan öldürülmüştü.
Rakamlarla ifade edilecek olunursa, bu dönemde:
-650.000 kişi gözaltına alınmış ve 90 güne varan gözaltı süresinde ağır işkenceler görmüştür.
-Açılan 210.000 davada 230.000 kişi yargılanmıştır.
-14.000 kişi Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlıktan çıkartılmıştır.
-30.000 kişi siyasal sığınmacı olarak yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır.
-171 kişinin işkenceden, emniyette veya jandarmada öldüğü belgeleriyle kanıtlanmıştır. Toplumdaki genel kanı ise bu rakamın çok daha fazla olduğu şeklindedir.
-388.000 kişiye pasaport verilmemiştir.
-30.000 kişi 1402 sayılı yasa ile sıkıyönetim komutanlarına verilen yetki ile Sıkıyönetim Komutanlarınca sakıncalı bulunarak işten atılmıştır.
-23.667 (Askerlerin kurduğu dernekler hariç) derneğin faaliyeti durdurulmuştur.
-Yargılanan gazetecilere toplam 3.315 yıl 6 ay hapis cezası verilmiştir.
-300 gazeteci saldırıya uğramış, 3 gazeteci öldürülmüş, 31 gazetecinin cezası infaz edilmiştir.
-Cezaevlerindeki yoğun baskı ve işkenceler nedeni ile, hükümlü ve tutukluların yapmış oldukları ölüm orucu, kendini yakma vb. protesto eylemleri sonucu 15 kişi ölmüştür.
-Bu dönemde askeri savcılar 6.533 kişi hakkında idam talebinde bulunmuş, 1.468 kişi hakkında idam cezası verilmiştir. Bunlardan 517 kişinin idam cezası onaylanmış, 259’unun idam dosyası Meclise gönderilmiş ve toplam 50 kişi idam edilmiştir.
***
O kara günlerden Adıyaman ve Tut da nasibini almıştı. Adıyaman merkeze yakın Pirin’deki eski yatılı ilköğretim okulu, askerler tarafından el konularak işkence merkezi haline getirildi. Binlerce işçi, köylü, öğrenci, öğretmen, memur, genç, ihtiyar akıl almaz işkencelerden geçirildi. İnsanlara, gözleri bağlı ve çırılçıplak soyulmuş olduğu halde kaba dayak, falaka, elektrik verme, soğuk su tutma, filistin askısı, “tren” dedikleri tavana asma, haya sıkma, cop sokma, aç ve uykusuz bırakma gibi insanlık dışı işkenceler uygulandı. Kocaman insanların işkencedeki çığlıkları bütün binayı sarıyordu bazen. Yoldaşlarım Burunçayırlı Yusuf Ali Erbay ve Kevcelili Halil Uluğ bu işkenceler sırasında katledildiler. Besni’de görev yapan ve politikayla hiçbir alakası olmayan bir diş doktoru, işkencelere dayanamayarak Pirin’deki hücresinde intihar etti.
İşkenceler Pirin ile sınırlı kalmıyor, asker ve polis karakolları insanlarla dolup taşıyor, köyler basılarak köylülere topluca eziyet ve hakaret ediliyor, kahvehane ve evler basılarak topluma tam bir korku ve onursuzlaştırma yaşatılıyordu. Alevi-Kürt köylülerinin bıyıklarının yarısı kesiliyor, köy meydanında kadınlar kocalarının sırtına bindirilip yürütülüyor, Adıyaman cezaevindeki Türkçe bilmeyen Kürt köylülere, sabaha kadar “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” ezberlettiriliyordu.
Tut’ta da onlarca kişi tutuklanmış, işkencelerden geçirilmiş, karakolun bacak kadar başçavuşu Tutlulara kan ağlatmıştı. Tutuklanıp işkencelerden geçirilen, yıllarca hapiste yatırılan, işlerinden, memleketlerinden edilenler; hiçbir kişisel çıkar gözetmeksizin, yoksul halkın, çalışanların ve ülkelerinin çıkarları için, hak ve adalet için, eşitlik için, demokrasi için mücadele eden sosyalist devrimciler ve onların yakınlarıydı.
Ben kendim 20 Ocak 1981’de tutuklandım, 73 gün Pirin’de kaldım, çok yoğun işkenceler gördüm. İşkencecilerin “General” diye çağırdıkları iri yapılı asker gardiyan gözlerimi bağlayıp, beni bir çuval gibi sırtlayıp işkence odalarına indirdikten sonra bayılana kadar işkence görüyor, sonra yine aynı asker tarafından, baygın şekilde buz gibi hücreme, betonun üzerine atılıyordum. “Tren” denilen kollardan tavana asma işkencesinde en uzun kalma rekoru kırdığımı söylemiş bir asker gardiyan, bir başka tutuklu arkadaşa. Bu “rekor”dan dolayı sağ kolumu ve parmaklarımı yedi ay kadar oynatamamıştım.
2 Nisan 1981’de Adıyaman cezaevine kondum ve 30 Ağustos 1984’te de Mersin cezaevinden tahliye oldum.
12 Eylül faşist askeri darbesinin üzerinden 30 yıl geçti. Toplum hâlâ askerler tarafından üzerine zorla giydirilmiş bu “deli gömleği”ni çıkarmaya çalışıyor. Hâlâ gayrimeşru anayasası esas itibarıyla değiştirilemedi, hâlâ darbeyi yapanlar ve işkenceciler topluma hesap vermedi.
En son yapılan kısmi anayasa değişikliği, generallerin kendilerini ve işkencecilerini korumak için anayasalarına koydukları 15. maddenin kaldırılmasını sağladı. Yani artık onlar hakkında dava açılabilecek.
Darbeci generallerden ve işkencecilerden hesap sorulmasını istemek intikam alma duygusuyla hareket edilen bir istek değildir. Bu bir adalet isteğidir. Adalet; işkence görmüş kişi için geçmişiyle barışması, toplum için normalleşme, ülke için geçmişin sırtına yüklediği yükten kurtularak geleceğe, toplumsal barış içinde refaha ve demokrasiye doğru ilerlemesi anlamına gelir.
30 yıl sonra, bana işkence yapanalar ve darbeciler hakkında, binlerce diğer 12 Eylül’de işkence görenler gibi, dava açıyorum. Adalet isteyeceğim. İnsanlığa karşı işlenmiş suçların –bu arada işkence suçlarının- zaman aşımı olmadığını biliyorum. Adaletin tecelli edip etmemesi birçok şeye bağlı ve belirsiz. Ama ben bunu, ülkeme, onun geleceğine ve insanlığıma karşı sorumluluğumun bir gereği olarak yapacağım.
Hiç kimse tarafından, hiç kimseye, hiçbir sebepten dolayı işkence yapılmayan bir Türkiye ve dünya
Tut’ta Engelsiz Bir Yaşam İçin
TUT’TA ENGELSİZ BİR YAŞAM İÇİN
(Tut Pekmezi dergisinin haber-söyleşi yazısı)
Ağustos 2019’da “Tut’ta Engelsiz Bir Yaşam İçin” projesiyle yüzlerce engelli yurttaş, hayatlarını kolaylaştıracak destek malzemelerine kavuştu. Projeye öncülük eden Hamza Demir’in konuyla ilgili açıklaması şöyle:
Tut Pekmezi: Böyle bir proje nereden aklınıza geldi, nasıl gerçekleşti?
Hamza Demir: İnsanın davranışını belirleyen esasta iki şeyin olduğuna inanıyorum: Birincisi insanın kişiliği, ikincisi seçtiği yol. Ve bu iki şey birbirini etkiler. Buradan hareketle, ben kendimi anlamaya çalışırken iki şey öne çıkıyor: Birincisi anamın ve babamın çocuğu olarak ben; ikincisi bir sosyalist olarak ben.
Eski kuşaktan Tutlular babam “Davut Baba”yı, Kürtüncü Davut’u bilirler. Babam yardımsever bir insandı ve hep iyi bir insan olmaya çalıştı. Ben de babamın izinden gitmeye çalıştım her zaman. Seçtiğim yol, yani hayat pusulası olarak sosyalizmi seçmem bu istekle uyum içinde oldu. Sosyalist olmaya ilk adımı attığımdan beri, politikayı bir “kazanç kapısı” olarak asla görmedim. Sosyalist olmayı, insanları ayrım yapmadan sevme, mazlumun yanında olma, yardımlaşma, toplum için iyi şeyler yapma olarak algıladım. Hâlâ da öyle düşünüyorum ve öyle olmaya çalışıyorum.
Her zaman memleketim Tut için bir şeyler yapmayı düşünüyordum. Şimdiye kadar “fikir ve öneriler” ve bireysel dayanışmalar dışında fazla bir şey yapamamıştım. “Emekli olmadan önce, İsveç’teki siyasi pozisyonum kaybolmadan önce doğup büyüdüğüm memleketime bir şeyler yapmalıyım” diye hep düşünüyordum.
Neler yapabileceğimi araştırırken, Göteborg’daki İsveç Türk Kadınlar Birliği Derneği’nin, buradaki (İsveç) bir vakıf ile işbirliği yaparak, Türkiye’deki bazı yerlere engelliler için yardım malzemeleri gönderdiğini duydum. (Her yaz tatilinde Tut’ta birçok engelli insanın olduğunu ve onların yardım araçları olmadığı için yaşamlarının çok kısıtlı olduğunu görüyor, biliyordum.) Bunun öncülüğünü yapan Fatma Altunay ile görüştüm. Sağolsunlar, onlar da beni kırmadı ve birlikte Tut için “Engelsiz Bir Yaşam İçin” projesini hazırladık. Proje, İsveç’te malzeme toplama, Göteborg’dan Tut’a malzemelerin taşınması ve Tut’ta ihtiyaç tespiti ve dağıtımını organize etme olarak üç ana bölümden oluşuyordu. Göteborg’daki İsveç Türk Kadınlar Birliği (Fatma Altunay öncülüğünde) ile Tut Belediyesi (Başkan Mehmet Kılıç ve Mehmet Güçtekin öncülüğünde) arasında işbirliği sözleşmesi yapıldı ve birlikte bu projeyi gerçekleştirdik.
Tut’a bir tır ile gelen malzemeler arasında 100’den fazla tekerlekli sandalye; 50 kadar yürüteç; 20 kadar özel yatak; 5 elektrikli sandalye; yüzlerce koltuk değneği ve daha birçok araç-gereç vardı.
Bu proje benim hayatımda yaptığım en önemli ve beni en çok mutlu eden şeylerden birisidir. Tut’ta ve köylerinde yüzlerce engelli yurttaşımızın hayatının kolaylaşmasını sağladı.
“Tut’ta Engelsiz Bir Yaşam” projesine katkısı olan herkese çok teşekkür ederim.
Hamza Demir,
Göteborg, 6 Kasım 2019
İyiliğin Yükü
İYİLİĞİN YÜKÜ
‘İyiliğin de yükü mü olurmuş’ demeyin.
Bazen olur!
Kimi zaman zorlaşır iyiliğin yükünü taşımak!
Onca iyiliğinizin ardından gösterilen riyakârlık, nankörlük, aptal yerine konulma hissi iyiliğinizi sorgulamaya iter.
‘Kimseye iyilik yaramaz’ dersiniz kendi kendinize.
Gördüğünüz her haksızlığa tepki gösterip etrafınızdaki yanlışları düzeltme çabalarınız -destek görmek bir yana- küçümseme ya da vurdumduymazlıkla karşılaşınca kızarsınız çevrenize ve kendinize.
‘Dünyanın kayıpmış çivisini ben mi düzelteceğim’ dersiniz.
‘Akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol da dünya senin kahrını çeksin!’ diye yazmıştı sevgili arkadaşım-köylüm Kamil Karakuş son Tut Pekmezi’nde.
Dergiyi okuduktan sonra Kamil’e telefon ettim.
‘Karamsarlığın üzerinde yine! Eline fırçayı alıp kara boyaya batırmışsın, dünyayı onunla boyuyorsun’ diyerek takıldım.
Kamil de ‘sözün orijinali bana ait değil, internette buldum, ama insan tabii ki ruh haline uygun olanını seçiyor’ dedi. Sonra telefon sohbeti karşılıklı ‘özledik yahu, bu taraflara doğru gelmiyor musun…’la devam etti.
Daha sonra Kamil’in yazdığı söz üzerine yeniden düşündüm:
Kimler hangi durumlarda söyler bu sözü?
Bu söz kötümserliği mi ifade eder yoksa gerçeği mi?
Belki de en önemlisi, insanın kendi elinde midir akıllı-iyi ya da deli-kötü olması?
Ne kadarını sosyal çevre, yetişme tarzı, bilgi ve bilinç belirliyor, ne kadarını genleri (kime çektiği, kökü kömeci) belirliyor?
İsveç’e ilk geldiğimde, dil kursuna giderken yaşlı bir öğretmenimiz vardı. Zekâsı ve 60-65 yıllık hayat tecrübesiyle ‘insan sarrafı’ gibiydi. Cevaplayamadığı yaşamın sorularını tartışırdı bazen bizimle. Bilmediğine ‘bilmiyorum’, tereddüt ettiğine ‘emin değilim’ diyebiliyordu. (O zamanlar 30 yaşında olan bana göre yaşamın bütün sorularının cevabı benim inandığım ideolojinin içindeydi.)
Vietnamlı genç bir öğrenci vardı sınıfımızda. Çok sade ve dürüst birisiydi. Bir gün yine İsveçli hocamla ‘dünyanın hali’ üzerine tartışırken hoca bana Vietnamlı kurs arkadaşımızı göstererek, ‘Hamza, bu dünya bunun gibi temiz ve dürüst insanların sayesinde dengesini koruyor’ demişti.
Aslına bakılırsa Vietnamlı, dünyanın (insanlığın) dengesini sağlamak amacını güttüğü için sade ve dürüst değildi. Onun doğal kişiliği öyleydi.
Bir başka zaman da bir sohbet sırasında bir arkadaşım köylerinden bir kadının ‘elinden gele de iyi olasın’ dediğini anlatmıştı.
Bunları düşününce şöyle bir çıkarsamaya varıyor insan: Bazı insanlar vicdanlarını rahatlatmak için hiç değilse bazen iyi insan olmaya çalışırlar. Bazılarının ise iyi olmaktan başka elinden bir şey gelmez!
İyilik bazen bir yük gibi gelse de, esasında vicdan rahatlığı sağladığı için, mutluluk verdiği için yaşamın diğer yüklerini de hafifleten bir erdemdir.
İyilikle kalın.
Göteborg, 8 Aralık 2002
Korku ile Umut
KORKU İLE UMUT
Tut, Türkiye’nin çoğu yerleşim yerine göre homojen (çeşitli olmayan) sayılabilecek bir sosyal dokuya sahip. Etnik olarak Türk, dinsel mezhepsel olarak İslam-Sünni kimlikli. Sosyal sınıflar olarak da ciddi farklılıklardan bahsedemeyiz.
Dışarıdan göç çok az olduğu için, son onyıllar da bu özelliğini değiştirmedi. Tut’a bağlı veya yakın köylerden bazılarının Kürt ya da Alevi oluşu da, Tut’ta şimdiye kadar herhangi bir etnik-inançsal gerginliğe yol açmadı.
Bence bunun böyle oluşunda, Tut ve köylerindeki halkın geleneksel hoşgörü ve yardımlaşma kültürünün yanında, bu farklılıkları körükleyerek kazancını ya da iktidarını artıracak “egemen sınıf”ın Tut’ta olmayışının da büyük etkisi var. Belki de Tut ve köylerindeki barışçıl, paylaşımcı, hoşgörülü kültürün varlığını, Tut’un egemeninin olmayışına borçluyuz.
Ama Türkiye’de olup bitenlerin Tut’u etkilememesi mümkün değil.
Türkiye toplumunda gitgide kaygı verici boyutlara ulaşan bir durum var: Her geçen gün artan şekilde toplum çeşitli biçimlerde bölünmüş ve her biri, kendinden başkasını dinlemiyor. Türk-Kürt, Sünni -Alevi, Dinci-Laik, AKP-CHP, Sağcı-Solcu… birbirini dinlemiyor. Zengin sınıf fakir sınıfları hiçbir zaman dinlemedi ama bunun sebebi anlaşılır bir şey: Çıkar! Sınıf kamplaşması anlaşılır bir şey. Oysa diğer kamplaşmalar, taraftarlarının hiçbirinin çıkarına değil. Toplumun bölünmesinden ve ayrımcılıktan nemalanan bir avuç insan dışında herkes kaybediyor, toplum kaybediyor, ülke kaybediyor.
Her bir politik olay sırasında ve sonrasında, gruplar aralarındaki duvara yeni taşlar koyuyorlar ve duvar yükseldikçe birbirini duyma-dinleme daha da azalıyor. Tasada ve sevinçte bir olma kalkıyor. İnsanlar mağdur olanın hatta ölenin etnik, dinsel ya da siyasi kimliğine bakıyor, kendindense başka, değilse başka his yaşıyor. Yapılan şeyin doğru ya da yanlış oluşu kimin kime karşı yaptığına bağlı oluyor. Aynı davranışı “benim adamım” yaptıysa başka, “öteki” yaptıysa başka tutum alınıyor.
Bu gitgide artan gerginlik ve toplumun bölünmüşlüğünün sonu nereye varacak?
Benim arzum ve umudum, ülkemizin şimdi içinde bulunduğu büyük problemleri ve kamplaşmaları barışçı bir biçimde, demokrasi-eşitlik-laiklik-sosyal adalet temelinde çözmesidir.
Çok değişik din-dil-mezhep-kültürlerden oluşmuş bir toplum, ülkemizin gerçeğidir. Dolayısıyla bu toplumunun birarada barış ve kardeşlik içinde yaşayabilmesinin tek çıkar yolu bu demokratik temellerdir.
Ama ne yazık ki önümüzde böyle bir umudun yanısıra, düşünmeden edemediğimiz kötü, hatta korkunç bir alternatif de var: Suriye ya da Yugoslavya gibi bir iç savaşın içine sürüklenmek.
Ülkenin bu yollardan hangisine evrileceği birçok şeye bağlı.
Çoğu şeye belki aklımız yetse de gücümüz de yetmez. Ama gücümüzün yeteceği ve bu yol ayrımında çok belirleyici olan bir şey var ki o da biz kendimiziz. Ben, sen, o, köylüm, komşum, iş arkadaşım. Türküyle Kürdüyle, Alevisiyle Sünnisiyle Hiristiyanı ve Ateisti ile, Solcusuyla Sağcısıyla BİZ! Ve bizim tavrımız.
Bizim tavrımız bu kadar önemli. Bu yüzden herkesin şimdiden kendi kendine sorması gereken soru şu: İşin buraya (kaosa, iç savaşa) varmaması için şimdiden ne yapabilirim? Her şeye rağmen iş buraya varınca da ben ne yapacağım, ne yapmalıyım? Benim ait olduğum kimlikten insanlar öteki kimlikten olana VURUN dediği zaman ben ne yapacağım? Daha açık bir soruyla: Türk isem “vurun Kürtlere” denildiğinde ya da Kürt isem “vurun Türklere” denildiğinde ben ne yapacağım? (Bu soru, sünni-alevi, solcu-sağcı olarak da sorulabilir.)
Dediğim gibi, Tut, bölgesinde eskiden beri barışçı bir “ada” gibi olsa da, Türkiye’deki olaylardan etkilenmemesi mümkün değil. “Tut’ta bir şey olmaz” demek çok zor. Bosna’dan gelmiş İsveç’teki komşularımız, o güne kadar birlikte büyüdükleri komşuların iç savaşta birbirini nasıl katlettiğini, insanların nasıl korkunçlaştığını anlatırlar. Bu yüzden yukarıdaki soru ve ona vereceğimiz cevap, biz Tutlular için de geçerli.
Yukarıdaki sorulara verilecek cevaplar, sadece kötü ve istenmeyen bir olasılıkta alınacak tavır ile ilgili değil, doğrudan şimdi, bugün nasıl düşünüp davranmamızla ilgilidir. Zira, hem savaş alternatifinin gerçekleşme riski hem de barış ve kardeşlik alternatifinin hayat bulması, şimdiki tutumumuza çok bağlı.
Her birimizin bir değil birkaç kimliği var bildiğiniz gibi. En başta insanız tabii, daha sonra cinsiyet, etnisite, inanç, ideoloji, memleket, sülale vb. kimlikleri gelir. Mesela ben önce insanım, sonra erkeğim, babayım, Tutluyum, Demir ailesindenim, Türküm, ateistim, sosyalistim vb.
Herkes değişik insanların değişik kimliklerini öne çıkarabilir. Önemli olan bunlardan hiçbirinin ötekilerden daha aşağı ya da üstün olmadığının bilincinde olmaktır bence. Mesela erkeksem kadından üstün değilim, Türksem Kürtten üstün değilim, ateistsem inanandan üstün değilim, solcuysam sağcıdan üstün değilim, Tutluysam Şambayatlıdan üstün değilim, Demirlerdensem başka sülalelerden üstün değilim, ya da tam tersi, aşağı değilim.
Ben böyle düşünüyorum ve bu yüzden de kişi olarak yukarıdaki soruya cevabım çok net: Irkına, inancına, ideolojisine, siyasi tercihine, yaşam tarzına bakmaksızın ölüm değil, yaşam! Savaş değil, barış! Düşmanlık değil, kardeşlik! Kin ve nefret değil, sevgi ve hoşgörü!
Önyargılardan, hoşgörüsüzlükten, kin ve nefretten, düşmanlıktan, ölümden değil; sevgiden, hoşgörüden, barıştan ve yaşamdan yana tavır almanız dileklerimle.
Göteborg, 23 Şubat 2015
Barış
BARIŞ
Tut Haber yöneticileri, geçen gün yazımı geciktirdiğim yönünde haklı uyarıda bulunmuşlardı. Ben de “üzerinde çalıştığım bir yazı olduğunu, kısa zamanda göndereceğimi” söyledim. O sözünü ettiğim yazı için çalışırken Ankara’daki yüzü aşkın kişinin öldüğü korkunç olay oldu.
Memlekete dışarıdan bakıldığı zaman, son aylarda olanlar hiç de iç açıcı değil. Ben, “eğer dümeni çevrilmezse geminin kayalıklara çarpacağından” korkuyorum. Yani bir iç savaştan.
Toplumsal barış ciddi olarak tehlikede ve barış her şeyin başı. Barış olmazsa ekmek olmaz, aş olmaz, iş olmaz, hak olmaz, hukuk olmaz, sevgi olmaz, kardeşlik olmaz, insan hakkı olmaz, özgürlük olmaz.
Şimdiki Suriye’yi bir düşünün, orada yukarıda saydıklarımın hangisi var?
Sadece ölüm var, acı var, açlık-sefalet var, kin-nefret var, evini barkını çoluk çocuk terkedip yaban ellere aç perişan sığınan milyonlarca insan var.
Yani, ülke iç savaşın eşiğindeyken barış dışındaki her şey teferruattır.
Duymuşsunuzdur, Nobel Barış Ödülü Tunus Ulusal Diyalog Komitesi’ne verildi.
Gerekçe: “Ülke iç savaşın eşiğine gelmişken alternatif ve barışçıl bir siyasi süreç oluşturdular.” Yani ödül DİYALOĞA verildi! Başka çatışmalı bölgelere örnek olsun diye.
Hakikaten de sorunların çözümü için anahtar kelime DİYALOGdur!
Sorunlar ister aile içi, ister arkadaşlar arası, ister köy-kasabada, ister bir ülkede, isterse dünyada olsun bu böyledir.
Türkiye’de de, içinde bulunulan kaostan çıkış için en çok ihtiyaç duyulan şey DİYALOG.
Eğer Türkiye bu ihtiyaç olan diyaloğu yakalayamaz ve şiddet ortamı devam ederse, bunun bir ileri safhası iç savaş olabilir.
İç savaşın kazananı olmaz! Ne Türkler ne Kürtler; ne sağcılar ne solcular; ne sünniler ne aleviler; ne AKP ne CHP ne MHP ne de HDP kazanır!
Silah tüccarları dışında herkes kaybeder, insanlık kaybeder!
Irak ve Suriye’de insanlık kaybediyor!
Ülke doludizgin iç savaşa doğru giderken işin artık sağ’ı sol’u, Türk’ü Kürd’ü, şu partilisi bu partilisi kalmaz, kalmamalı.
Savaştan çıkarı olan bir avuç insan dışında herkes barış’a sahip çıkmalı.
Bana göre bütün solcular ideolojileri gereği barışçı olmak zorunda ama barışçı olmak için solcu olmak şart değil. Hem sağcı hem barışçı olunabilinir. Yani hem muhafazakâr hem barışçı, hem liberal hem barışçı olunabilir. Demokrat olma da böyledir.
Siyasi partiler artık savaş ve barış konusunda tutumlarını netleştirmeli, ülkenin barışını küçük parti çıkarlarına heba etmemelidir.
Barış isteyen her bireyin de barış için yapacağı şeyler vardır.
Mesela Tut’un önceden beri olduğu gibi bir “barış adası” olarak kalabilmesi, insanlar ve partiler arası ilişkilerin diyalog, karşılıklı anlayış ve saygı üzerine kurulabilmesi orada yaşayan insanlarımızın davranışlarına bağlıdır. Bireyler, genel olarak toplumdaki gerginliği önleyebileceği gibi, desteklediği partisini barıştan yana tavır almaya da zorlayabilir.
Bana göre köklü çözüm ise, yani bütün olarak Türkiye’nin bu kaostan çıkmasının yolu, ülke sorunlarının diyalog ve demokratik yollarla çözülmesinden yana partilerin seçim sonrası, eşitlikçi-laik-insan haklarını ve sosyal adaleti temel alan demokratik bir anayasa yapma amacıyla koalisyon hükümeti kurmasıdır. Çünkü, bu bölünmüşlükten kurtulup barış içinde birarada yaşamak için ülkenin yeni bir TOPLUMSAL SÖZLEŞME’ye ihtiyacı var.
Ankara’da öldürülen barış güvercinlerini saygıyla anıyorum.
ŞiMDİ DİYALOG ZAMANI, ŞİMDİ BARIŞA SAHİP ÇIKMA ZAMANI!
Göteborg, 11 Ekim 2015
e
Dut Pekmezi Kafa İçin de Faydalıdır
DUT PEKMEZİ KAFA İÇİN DE FAYDALIDIR
1999’da yapılan Tut Kültür ve Sanat festivali boyunca Belediye Binasının önünde dut ürünleri sergisi vardı. Kuru dut ve dut pekmezi güzelce paketlenmiş, hem sergileniyor hem de satılıyordu. Sergi masasının değişik yerlerinde de ‘dutun faydaları’ başlıklı kâğıtlar asılmıştı. Gözünü sevdiğimin dutu nelere faydalı değildi ki? Sindirimden kan dolaşımına, ağrılardan güç-kuvvet artırmaya kadar! Kardeşim Nusret (Festival düzenleyicilerden birisi) bu 25 maddelik faydalar listesini okuyunca “Mübarek meyve değil Hacettepe Tıp Fakültesi!” demişti.)
Onuncu sayısını okuduğunuz elinizdeki dergi, ‘dut pekmezi’nin fiziksel faydalarının yanında beyin ve ruh sağlığına da iyi geldiğini ortaya çıkardı! Öyle ya, zamanımızın günlük koşuşturmasında, hepimizin ortak paydası olan Tut ile ilgili bir şeyler yazmaya çalışmak, bir şeyler okumak, kendine ve memleketine dair şeyleri yeniden düşünmek, geçmiş günleri, bazı insanları gülümseyerek anımsamak az fikir ve beyin jimnastiği değil doğrusu! Bu da ruh sağlığına bayağı iyi geliyor insanın.
Gelecek Tut Festivalinde ‘dutun faydaları’ listesine ‘akıl ve ruh sağlığına da iyi gelir’ diye eklemeli ve diğer dut ürünlerinin yanına ‘Dut Pekmezi’ dergisini de koymalı!
Dezoğlu (Mehmet Karakuş) “Dergimizin onuncu sayısını çıkarıyoruz, bir değerlendirme yazısı yazar mısın” dedi.
Ben de onu yazmaya çalışıyorum.
İyi bir değerlendirme için doğru sorular sorup gerçekçi cevaplar aramak ve bulmak değerlendirmesi yapılan konunun geleceği için nerdeyse belirleyicidir.
-Dergi hangi ihtiyacı karşılamak için yola çıktı, nereye gidiyor, işlevi-vizyonu var mı, ne olmalı?
-Mevcut okuyucusu kimler, hedef okuyucu kimler olmalı?
-İçerdiği sayfalar/konular nasıl, neler olmalı?
-Hedefe ulaşmadaki zorluklar neler?
-Bize güç ve umut veren şeyler (olanaklar, potansiyeller) neler?
-Bu olanaklarla varolan zorlukları aşarak hedefe ulaşabilmek için neler yapılabilir?
En etraflı ve gerçekçi değerlendirmeyi işin bizzat içinde olanlar, yani dergiyi çıkaranlar yapabilir.
Benimkisi sadece bir okuyucu, ara sıra da yazan birisi olarak gözlemlerim.
Bildiğim kadarıyla dergimiz Dut Pekmezi İsviçre’deki Tutlular Yardımlaşma Derneği’nin broşürü olarak çıktı, şimdi bütün Tutluların -ve elbette ki çevrelerinin- dergisi olma niyetinde. İçeriği, işlevi, hedeflediği kitle genişliyor ve derinleşiyor.
Derginin üstlenmeye aday olduğu vizyon şöyle sıralanabilir:
-Tut’un entelektüel (yazan-çizen-düşünen) potansiyelini ortaya çıkararak gelişmelerine ortam hazırlamak;
-Tut ve Tutlu kültürünü yazılı hale getirerek sistemleşmesini ve kalıcı hale gelmesini sağlamak;
-Tutlunun kendi kendisini keşfetmesine, tanımasına yardımcı olmak;
-Eski kuşaklarla gelecek kuşaklar arasındaki kopukluğu önleyerek, insani ve güzel değerlerimizin yaşatılmasına katkıda bulunmak.
Şimdiye kadar çıkan sayılarıyla dergi sınırlı da olsa bu işlevlerini zaten yerine getirmeye çalıştı.
Kaliteyi yükseltmek ve işlevini daha iyi yerine getirmek için daha neler yapılabilir?
Benim aklıma gelenler şunlar:
-Katkı yapabileceğine inanılan herkese (yazı-resim- belge vs.) özel bir mektupla ulaşılarak katkısı rica edilebilir.
-Tutlunun çoğunlukla yaşadığı üç yer var: Tut, Mersin ve İsviçre. Her bir yerde bir temsilci ile bulunulan yer ve çevresinde dağıtım ve diğer katkılar koordine edilebilir.
-Tut’un ve Tutluların kurumlarıyla (Belediye, Kaymakamlık, Halk Eğitim) ve diğer sivil inisiyatiflerle (Dernekler, Festival, İnternet siteleri) diyaloglar geliştirilerek bilgi ve belgelerin değişimi sağlanabilir.
-Besni Ekspres Gazetesi’nin bir süre Tut eki yayınlaması büyük bir fırsattı. Önemini yeteri kadar anlayamadık ve sahiplenemedik. Ama ‘bir daha olmaz’ diye bir şey yok. İleride güven verici bir öneriyle gidildiğinde Besni Ekspres ile yeniden işbirliği yapılabilir.
-Tut ile ilgili, Tut’un sorunları ve çözüm yolları ile ilgili tartışma/öneri yazıları yayınlanabilir. Bu tartışmalar elbette kişilerle polemik/saldırı biçiminde değil, fikir tartışmaları olmalı.
Son olarak bir şey daha: Her ne kadar derginin üzerinde ‘Dut Pekmezi’ yazıyorsa da, ben ‘Tut Pekmezi’ olarak okuyorum. ‘Dut Pekmezi’ olarak okumak hakikaten zor. Belki de biz Tutlular için bu böyle. İsterseniz deneyin ve ikisini kıyaslayın. Dezoğlunun dil konusundaki hassasiyetini biliyorum ama bence ‘Tut Pekmezi’ adının kullanılması yanlış olmaz. Üstelik yöresellik de vurgulanmış olur. Besni Üzümü, Afyon Kaymağı gibi. Ne dersiniz?
Dut Pekmezi dergisine emeği geçenlere ve herkese kafa ve ruh sağlığı dileklerimle…
Hamza Demir
Tut Gelişim
TUT’UN SON MEYVESİ: TUT GELİŞİM
Gelişmiş – çağdaş toplumun ölçüleri nedir? Böyle bir toplumun bireyi nasıldır? Gelişmiş – çağdaş olunmazsa olmaz mı? Aslolan nedir çağdaşlıkta, uygar insan olmada?
Ya da “kaliteli yaşam” dedikleri nedir? Giyinilen elbise, kullanılan araba mı, yoksa güvenli-eşit-özgür hisseden kişinin, başkalarına zarar vermeden kendini ifade edebilmesi, insancıl yanlarını geliştirerek iç huzurunu yaratması mı?
TUT GELİŞİM ile ilgili düşünürken bu sorular geldi aklıma. Yeni kurulan dernek hangi GELİŞİMİ sağlamayı amaçlıyordu Tutlular için?
Program ve tüzük önerisini (henüz kongresiyle onaylanmadığı için “öneri” diyorum) okuduğunuzda, derneğin, birinci derecede bireyin sosyal-kültürel-entelektüel-ruhsal gelişimine katkı yapmak amacıyla kurulduğu apaçık görülür.
Kurulduğu Mayıs ayı başından itibaren yürüttüğü faaliyetlerinden de bu anlaşılıyor: Tut Şenliği hazırlıkları, eğitim – tarım projesi çalışmaları, sinema gösterimi, gazete çıkarma hazırlıkları bir aylık zamana sığdırılan faaliyetler.
Kişinin karnını doyurması, başını sokacak evinin olması, hayatını kolaylaştıran araç-gereçlere sahip olması, kısacası ekonomik rahatlığı elbette çok önemli. Ekonomik gelişim ile sosyal-kültürel gelişim birbirinden bağımsız şeyler de değil. Ama kabul edilir ki, bir derneğin faaliyetleri, gelişimin bütün çeşitlerini ve boyutlarını içeremez. Kaldı ki dernek, eğitim-tarım projeleriyle ekonomik gelişime de katkı yapmayı amaçlıyor.
Derneğin, kendi yaptıklarının yanında, toplumun dinamiklerinin ortaya çıkmasında esin kaynağı olması da çok önemli. Hem esin kaynağı olması hem bu dinamikleri organize etmesi, topluma sunması. İnsancıl, dayanışmacı, kültürel alışverişe vesile olması.
İlçenin temizliği için “Küçük Afacanlar” inisiyatifi, Tut Lisesi Amatör Ruhlar Tiyatrosu, Tut Sanat Kulübünün kuruluşu, bütün bunlar, daha şimdiden Tut Gelişim’in doğrudan ya da dolaylı ortaya çıkardığı-etkilediği dinamiklerdir. Bunlar ve diğer planlanan faaliyetlerin kalıcı olması kuvvetle muhtemeldir.
Yani Tut’ta yaşayan insanlara, daha yeşil ve daha temiz bir Tut’ta yaşama, daha elverişli şartlarda okuyabilme, başkalarıyla dayanışabilme, sinemaya – tiyatroya gidebilme, resim-heykel sanatı faaliyetlerine katılma-izleme, spor yapabilme, bütün Tutluların buluşma günü olacak şenliğe katılma… olanakları sunuluyor.
Tut’ta yaşamak benim için daha çekici artık. Benim insan olarak gelişimim için daha geniş olanaklar sunan bir ilçede yaşıyor olacağım. Gelişimden benim anladığım budur. Kaliteli yaşamdan anladığım budur.
TUT GELİŞİM Tut’un sosyal-kültürel yaşamında yeni bir boyut. TUT GELİŞİM Tut’un son meyvesi, olgunlaşmaya yakın bir meyve.
Bu meyvenin ağacının kökleri Tut’un tarihindedir, kültüründedir. Bedenin dernekçilik dalları bildiğim kadarıyla 60-70 yıllık bir geçmişe sahip: 1930-40’lı yıllarda kurulan Halkevleri, 70 ortalarında kurulan ama faaliyetlerine başlayamadan yöneticilerinin hepsi tutuklanarak hapse atılan Tut Kültür Derneği, 78’de kurulan ve 80 darbesine kadar faaliyet gösteren Tut Genç Emekçiler Birliği, 80’li yılların başlarında faaliyetlerine başlayan Tut Belediyesi Spor Derneği, yine bu yıllarda faaliyetlerine başlayan Kuran Kursu ve Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği, 90 başlarında kurulan Tut Atatürkçü Düşünce Derneği bildiğim dernekler.
Tarihlerinde yanılmış olabilirim. Zaten Tut’taki dernekçiliğin tarihinin; hangi derneklerin, ne zaman, kimler tarafından, ne amaçla kurulduklarının araştırılması ve belgelenmesi gerekir.
Ayrıca “Tut kültür ağacı”nın dernek dallarının dış uzantıları da var. Yani bizimkisi “kökü dışarda” değil, “dalı dışarda”! 86 başlarında Mersin’de kurulan Tutlular Dayanışma ve Kültür Derneği, 95’de İsviçre’de yaşayan Tutluların kurduğu ve Tut dernekleri içinde şimdiye kadar en uzun süreli ve en kapsamlı çalışmaları yapan Tutlular Yardımlaşma Derneği. Bu günlerde İstanbul’da yaşayan Tutluların da dernekleşme çalışmaları var. Bu amaçla 3 Haziran 2007’de bir piknik yaptılar.
Sözünü ettiğimiz son meyvenin ise – TUT GELİŞİM’in- çiçeklenip, çağla olup sonra da olgunlaşmaya hazır hale gelmesi, hepimizin bildiği, 1999’da başlayan festivaller, vakıf kurma girişimleri, değişik kültürel aktiviteler, Antalya Koleji’yle işbirliği-dayanışma çalışmaları süreçleriyle oldu. Bahçıvanları da Kadir Dursun ve Nusret Demir. Bunu, bütün bu aşamalarda katkıları olan herkesin emeğine büyük değer verdiğimi bildirerek söylüyorum.
Meyvenin ürün olarak tanıtılması 14 Nisan 2007’de Antalya’da 30 kadar Tutlunun katılımıyla gerçekleşen toplantıda yapıldı. Antalya’dan Tut’a dönen başkan Abuzer Demir ve sekreter Arzu Kaymak hemen kolları sıvadılar ve kısa bir sürede derneği fiziki (diğer yönetim kurulu üyelerini oluşturma, bina, malzeme), fikren (program, eğitim, tarım projeleri oluşturma) ve pratik (okullarla-valilikle görüşmeler, sinema gösterimi vb.) olarak ayağa kaldırdılar. Şimdi de Arzu hummalı bir şenlik hazırlığı içinde. 28 Temmuz 2007’de bizlere sunmak üzere.
Derneğin kurucu yönetim kurulu, Abuzer Demir ve Arzu Kaymak’ın yanısıra, Ali Küçüktaş, Abuzer Sarıkuş, Ahmet Kurşun, Mustafa Alakuş’tan oluşmaktadır. Hepsini, üstlendikleri onurlu-öncü görevlerinden dolayı kutluyor ve başarılar diliyorum.
Göteborg, 16 Haziran 2007
Göçmenlik Serüveninde Yeni Dönem
GÖÇMENLİK SERÜVENİNDE YENİ DÖNEM
1960’ların başlarında ekmek parası için emeğini sanayileşmiş Avrupalılara satmaya gelen Türklerin -o arada Tutluların- kırk yılı aşan maceraları yeni bir safhaya gelmiş gibi gözüküyor. Onyıllar önce 2-3 yıllığına ‘Alaman’a gelen evin reisi şimdi ailesiyle birlikte ve çocukları artık ‘Eurotürk’!
Yani ne sadece Türk, ne sadece Avrupalı. O artık hem Türk hem Avrupalı!
Önceki kuşaklar ise, Avrupa’ya ne kadar ayak uydururlarsa uydursunlar, onlar Türk!
Türk müziği dinler, Türk fıkralarına gülerler.
Ama yeni kuşağın kimliği o kadar belirgin ve tek değil. ‘Aşırı Türk’ de var, ‘Aşırı Avrupalı’ da var ama epeyce de ‘Eurotürk’ var.
O kadar kolay değil, anasının-babasının doğrularıyla öğretmeninin ve sınıf arkadaşlarının doğruları arasında seçim yapmak. Hele hele doğruları ikisinden de seçerek senteze varmak hiç kolay değil.
Ben insanların tek tek birey olarak ve çok yönlü değerlendirilmesinden yanayım, dahil oldukları grup (müslüman-hıristiyan-İsveçli-Alman-Türk vb.) kimlikleriyle değil. Daha da önemlisi, bireyin kendisini hangi kimlikle tanımlayacağı kendisine ait bir haktır.
Ama bazen toplumsal değişimleri anlamaya çalışırken genellemeler yapmak zorunlu oluyor.
Böyle bir genelleme yapacak olursam, benim kendi çocuklarım gibi öteki Türk ve yabancı kökenli çocukların/gençlerin önünde üç kimlik seçeneği duruyor.
Bunları açmaya çalışacağım.
Birincisi, ‘Ne o ne o’ kimliği.
Ya da kimliksizlik. ‘Kaybolan kuşak’ denildi bunlar için. Bunlar ‘iki arada bir derede’ kaldılar. Evde başka okulda başka oldular. Türk kimliği ile Avrupalı kimliği yan yana, ayrı ayrı durdu içlerinde. Bu belli belirsiz iki kimlik aynı kişide ve hep çatışma halindeydi. Bu iç çatışma ve yolunu bulamama, gençliğin doğal bunalımlarına başka ve derin bunalımlar kattı.
Bu durum hâlâ en geniş kesimin gerçeği.
İkincisi, tepkici kimlik.
İçinde yaşadığı toplumdan dışlanmışlığın, ayrımcılığın ve bunlara karşı donanımsızlığın yol açtığı tepkici grup kimliği.
Bu tepki bazen aşırı milliyetçiliğe, bazen aşırı dinciliğe yönlendiriyor kişiyi. ‘Biz ve onlar’ olarak ayırdığı toplumda, bütün doğrular ‘biz’in, bütün yanlışlar da ‘onlar’ın oluyor.
Başarısızlığın ve umutsuzluğun beslediği bu tepkici kimlik bazen de gençleri suç çetelerine itiyor. Kendini dışlayan ve anlamayan toplumdan böylece intikam alıyor.
Üçüncüsü ise ‘hem o hem o’ kimliği.
Buna, küreselleşen dünyanın modern kimliği de diyebiliriz.
Yeryüzünde insanların yarattığı bütün olumlu ve güzel kültürlere -o kültürü yaratanların dinine, milletine, rengine, coğrafyasına bakmaksızın- açık.
Hem Nasrettin Hoca fıkralarına gülüyor, hem de Bellman’ınkilere. (Bellman, İsveç’in halk mizahı figürü). Hem Yaşar Kemal’i, hem Vilhelm Moberg’i anlayarak ve duyumsayarak okuyor. Hem Türkiye’deki hısım akraba çocuklarıyla, hem sınıfındaki arkadaşlarıyla tam iletişim kurabiliyor.
Böylesi bir çok yönlülüğü kazanmaya ne Türkiye’deki akrabalarının çocuklarının ne de İsveç’teki sınıf arkadaşlarının olanağı var.
Bu yüzden bu grup, geleceğin çok kültürlü toplumunun doğal öncüleri. Aslında ‘hem Avrupalı hem Türk’ tanımından ziyade ‘Dünyalı’ tanımı daha iyi uyuyor bu kimliğe. ‘Bir artı bir eşittir iki’ değil bu durumda. Daha çok evrensel insanlık değerleri bu kimliğin çerçevesini çiziyor. Farklılık ve çok renklilik bir çatışma ve bunalım sebebi değil artık. Tam tersine renkli bir yaşamın ve dinamizmin alt yapısı.
Çok kültürlülüğü uyumlaştırarak kendi iç ahenk ve barışını kuran kişi doğaldır ki çevresiyle de barışık olur. Bu harmoni, bireyin perspektifini genişleterek yaratıcılığını artırır.
Bu kuşağın yaratıcılığı ve dinamizmi sadece kişinin kendisini, ailesini ve çevresini olumlu etkilemekle kalmıyor, hem yaşadığı ülkeye hem Avrupa’ya yeni heyecanlar ve boyutlar kazandırıyor.
Son yıllarda Avrupa’daki sinema-tiyatro-edebiyat-müzik ve diğer sanat dallarında bu kuşağın derin etkisi görülüyor.
Tersmiş gibi gözüküyor ama, Avrupa’da gelişen yabancı düşmanlığının temelinde de bu gelişmeye (Çokkültürlü topluma) karşı ırkçı-tutucu tepki yatıyor. ‘Özümüz bozuluyor’ diyorlar. Özlerinin ne olduğunu ise kendileri de dahil hiç kimse bilmiyor!
Kısacası, göçmenlik serüvenimiz dünyanın iyiden iyiye küreselleşmesiyle yeni bir döneme giriyor.
Biz artık ne misafir işçi, ne sadece İsveçli/İsviçreli/Alman, ne de sadece Türküz.
Biz çok kültürlü bir toplumun özgür ve yaratıcı bireyleri oluyoruz.
Ben bu kimliği seviyorum.
Göteborg, 15 Şubat 2003
Röportaj-1
Gazeteci arkadaşım Hacı Bozkurt’un DHA ve ‘Kahta Gündem’ için hazırladığı soruları ve cevaplarım.
Merhaba!
1.Kısa özgeçmişinizi anlatır mısınız? (Hamza Demir kimdir, doğumu, çocukluğu, gençliği nerede geçti, nerelerde okudu) gibi…
-1956 Tut-Adıyaman doğumluyum. İlk ve ortaokulu Tut’ta okudum. 1970-75 dönemi Kırşehir Yatılı Öğretmenokulunda okudum. 1975-81 arası değişik yerlerde ilkokul öğretmenliği yaptım. 1981 Ocak ayında askeri cunta tarafından, sol düşüncelerim ve politik faaliyetlerim nedeniyle tutuklandım. 75 gün Adıyaman-Pirin işkencehanesinde tutuldum. 1984 Ağustos sonuna kadar Adıyaman ve Mersin cezaevlerinde yattım. 1986’da yeniden tutuklanmam kararı nedeniyle ülkemi terketmek zorunda kaldım. 1986 Mart ayından beri İsveç’te yaşıyorum. Evliyim ve 3 oğlum, iki kız torunum var.
2.Bildiğimiz kadarı ile öğretmendiniz, neden bıraktınnız?
-1981 Ocak ayında askeri cunta tarafından, sol düşüncelerim ve politik faaliyetlerim nedeniyle tutuklandım. 75 gün Adıyaman-Pirin işkencehanesinde tutuldum. 1983’te ben cezaevindeyken Adana Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından görevden atıldım.
3.İsveç’e nasıl gittiniz? Neden İsveç?
-1986’da yeniden tutuklanmam kararı nedeniyle ülkemi terketmek zorunda kaldım. Yasal olmayan yollardan İsveç’e geldim. İsveç’i tercihimin sebepleri, İsveç’in barışçı ve demokratik geleneği ve yapısı, insan hakları konusunda ileri düzeyi, bir politik mülteci için güvenli bir ülke oluşu nedenleri sayılabilir.
4.İsveç’teki iş hayatınızı kısaca anlatır mısınız? (Oraya nasıl gittiniz, ne zorluklarla karşılaştınız, hangi işlerde çalıştınız).
-Hani bizde bir söz vardır: “Her meslek bir altın bileziktir!” Benim İsveç’te bir düzine “altın bileziğim” oldu! 🙂 Fabrika işçiliğinden bulaşıkçılığa, temizlik işçiliğinden manavlığa, pizzacılıktan kebapçılığa, Türkçe anadili ve İsveççe yurttaşlık bilgisi öğretmenliğinden partinin il politik sekreterliğine epeyce değişik işlerde çalıştım. 2005’ten bu yana İsveç Sol Partisi Bohuslän il politik sekreteri olarak çalışıyorum.
5.Poliltikaya ne zaman girdiniz?
-Politikaya ilgim gençlik yıllarımda başladı. Kendi ailemin ve çevremin yoksulluğunu ve çevremde tanıklık ettiğim adaletsizlikleri anlamaya çalışmam beni sosyalist düşüncelerle tanışmama ve benimsememe götürdü. Türkiye’de 70’li yıllarda yükselen sosyalist dalga, Deniz Gezmiş’lerin idamı, Sinan Cemgil’lerin Nurhaklarda öldürülmesi gibi olaylar da etkiledi politik tercihimi ve çabalarımı.
İsveç’e gelişimden yaklaşık 5 yıl sonra, İsveç’teki yaşamımın geçici olmadığını anladım. Politikanın sadece dünyayı ve çevredeki olup bitenleri anlama işi değil, aynı zamanda düşüncelerin doğrultusunda değiştirme çabası olduğunu bildiğimden, “Politikaya ilgi duyuyorsam bunu yaşadığım yerde yapmam gerek” diye düşündüm ve 1991’de, kendime en yakın gördüğüm Vänsterparti (İsveç Sol Parti)’ye üye oldum. O zamandan bu yana partide değişik düzeylerde çalıştım.
İsveç Sol Partisi’nde ilçe başkanlığı, il yönetimi üyeliği, bölge yönetimi üyeliği, parti merkezi seçim komisyonu üyeliği yaptım. 12 yıldır da il politik sekreterliği görevini yürütüyorum.
Seçilmiş olarak da 16 yıl Partille Belediyesi meclis üyeliği, 8 yıl sosyal komisyonu üyeliği, 4 yıl kültür komisyonu üyeliği yaptım. 8 yıl bölge meclisi yedek üyeliği yanı sıra 8 yıl Ağır Ceza Mahkemesi jüri üyeliği yaptım. Bildiğiniz gibi şimdi de İsveç Parlamentosunda milletvekiliyim.
6.Yabancı birinin başka bir ülkede milletvekili olması kolay değil, siz bunu nasıl başardınız?
-30 yaşında göçmen olarak geldiğiniz bir ülkenin politik yaşamında aktif olmaya çalışmak ilk başlarda oldukça çaba gerektiren bir şey: Her şeyden önce dili ve yeni toplumun “kodlarını” çözmeniz gerekiyor. “Neden böyle davranılıyor, nasıl düşünülüyor, davranışların arkasındaki hikâyeler neler”? vs. bir yığın sorulara cevaplar bulmanız gerekiyor. Ama belli bir aşamadan sonra, yani deyim yerindeyse yeni toplumun “gözlüğünü” kullanmaya başlayınca, göçmenlik politikada bir avantaja dönüşüyor. Çünkü sizin o toplumun dışında başka bir “gözlüğünüz” daha var! Türk “gözlüğü”, Türkiyeli “gözlüğü”! Olaylara bakışınız ve çözüm önerileriniz daha geniş bir açıya ulaşıyor. Buna elbette devamlı büyük bir çaba ve emek katmanız gerekiyor.
7.İsveç parlamentosunda gerçekleştirmek istediğiniz projeleriniz var mı?
-Ben bütün siyasi yaşamımda kolektif çalışmaya inandım ve bunu politik yaşamımda uyguladım. Kendimin birey olarak partinin meclisteki çalışmalarına katkım elbette olacak ama bu, partinin politikaları ve projeleri çerçevesinde ve çoğunlukla da partinin meclisteki görev bölümü sonucu aldığım Sivil Komisyonun sorumluluk alanı etrafında olacak. Tabii ki göçmen kökenli olmam nedeniyle göçmen örgütleriyle diyalog benim için önemli.
8.Sizden başka Türk parlamenter var mı?
-İsveç Parlamentosunda Türkiye kökenli üyeler var. Bildiğim kadarıyla Sosyal Demokratlarda, Liberallerde ve Çevre Partisi’nde var. Sol Parti’de daha önce Sermin Özürküt arkadaşımız milletvekilliği yaptı. Şimdi Sol Parti’nin 21 milletvekilinden 8’i yabancı kökenli ve ben tek Türk’üm.
-
Son olarak neler söylemek istersiniz?
-İsveç Parlamentosunda olmak benim için 43 yıllık sosyalist mücadelemde yeni bir dönemi, yeni bir platformu ifade eder. Eşitlik, adalet ve sosyalizm için verdiğim mücadeleme yeni bir düzeyde devam etmek anlamına geliyor. Savaşların, ırkçılığın, insan hakları ihlallerinin korkutucu düzeye vardığı günümüz dünyasında İsveç de kendi payını alıyor ve burada da daha fazla demokrasi, daha fazla eşitlik, doğa tahribatına karşı daha fazla doğayla uyumlu toplum için mücadele önümüzde duruyor. Ben partim ile birlikte bu mücadelenin bir parçası olarak elimden geleni yapmaya çalışacağım.
17 Ocak 2018
Röportaj-2